Google
 

30 Ocak 2008 Çarşamba

2007´nin unutturdukları

2007´nin unutturdukları

Şems Şeyma Sözcü / seymasozcu@anadolugenclik.com.tr

Elindeki 31 Aralık iki bin yedi yazılı diyanet takvimine baktı bu geçmiş zaman insanı. Ömrünün şimdilik yaşadığı son on iki ayını siz dergi okuyucuları için zihninden şöyle bir geçiriverdi. Onun flash backinden bizim satırlarımıza yansıdığı hali ile;

OCAK
Önce Ocak, Lokmacı Kapısı krizi ile başlayan yılın ilk ayı tahmin edilen
den çok daha soğuk geçti. POAŞın Doğan Grubu´na devri, Ofer ihaleleri derken Kerkük Sorunu ve Terörle Mücadele gündemin başat aktörleri oldu. Ocak ayının sonuna doğru 2007 yılının kaderine yön verecek o talihsiz suikast gerçekleşti. 301. maddeden davası devam eden Ermeni asıllı gazeteci, eline silah tutuşturulan macera düşkünü bir ergen tarafından katledildi. Faili meçhuller yeniden tartışılmaya başladı, geçmiş dosyalar raflardan indirildi herkesin kendine göre bir komplo senaryosu vardı. İlerleyen zaman içerisinde bu memleketin hiç aşina olmadığı, tarihi sürecine ters bir kitlesel hareket piyasaya sürüldü, bir sabah uyandık ve "Hepimiz Ermeni" olmuştuk. Buna karşın Trabzon ili üzerinden sosyolojik araştırmalara zemin hazırlayacak bir karşı kampanya düzenleniyordu, milliyetçilik giderek tehlikeli bir biçimde tırmanıyordu. Tam da bugünlerde bir yerlerde birileri başörtüsü için özgürlük mücadelesi veriyordu sessizce. Onların bu sessiz direnişini gazetelerinin iç sayfasından görmeyenler sanki bilinçli bir biçimde bu direnişi kırmaya dönük çaba gösteriyordu, işte malum gazetenin malum haberi de böyle bir niyete rast gelmişti, "Tesettürlü kadın doktordan erkek hastasına cinsel ihmal" mesleki etikten türbanın kamusal alanda ne işi vara kadar sürüklenen bir dizi polemikler zinciri...

ŞUBAT
Şubat ayında Türkiye yeni isimlerle tanışacak ve neredeyse 1 yıl boyunca onları konuşacaktı. Popüler kültüre ilk merhabayı o ekibin en ufak mensubu en eli silah tutarı, en posterlere layık olanı en tetikstarı Ogün Samastı tanıdık önce, ardında derin ağabeyler çıktı gün ışığına derin sularda derin ilişkiler anılmaya başlandı bir cinayetten ötesi, bir suikastın perde arkasından taşarak toplumsal hafızamızı doldurdu.

Emekli albaylar silah üzerine vatan- milletin birliği- bütünlüğü için yeminler etti, toplum kamplara bölünerek bir kısmı "Hepimiz Ogün Samastız" demeyi seçti, insan olmanın onurunu bir köşeye atarak. 301 madde bu vesile ile bir kez daha gündeme geldi, Hrant Dinkin cesedinde dikkati çeken ayakkabıları bu cinayetin sembolü oldu.

Terör sorunu o günlerde ciddi olarak gündeme taşındı hatta ABDnin terör koordinatörü Joseph Ratson ülkemize sessiz bir ziyaret gerçekleştirdi. mücadele biçimi olarak "ekonomik ambargo" işaret edildi. Aynı paralelde yayın yapan terör içerikli efsane dizi "Kurtlar Vadisi" bu dönemde sansür yiyerek bir fenomen haline geldi. RTÜKün tavrı eleştirildi, Vadinin fanları davalarının darbe almadan devam edeceğini baskıların onları hiçbir surette yıldıramayacağını beyan ediyordu. Mahalle kahvehanelerinde, dost sohbetlerinde derin devletin sorgulandığı bu günler bir ironi harikası olarak 28 Şubat post modern darbesinin de onuncu yılına ay sahipliği yapıyordu.

MART
Mart ayı darbe dedenin incileri ile yıla giriş yapıyordu, sanatsever Paşa, beslemekle asma arasındaki seçimini gözünü kırpmadan yaparak darağacında sallandırdığı 17 lik mazlumların ahını almışcasını alzeihmerinde etkisi ile haritası üzerinden "memleketi 8 eyalete bölebiliriz." diye sopası ile işaret etmektedir, Paşa efendiye en mühim destek, bir istihbarat eskisi yeni devlet adamı Ağar abiden gelir, düz ovada siyaseti arzulayan copçu bakan için ressam paşazademiz yaptığı en vasat işi ortaya koyarak tuvalinden oportünizm ve pragmatizmin benzersiz kardeşliğini resmeder(!) Aynı günlerde Evrenli yıllara özlem cinsinden bir başka darbe denemesi ortaya çıkacaktır. Nokta dergisi örnek! bir habercilik bombası ile kimi paşaların kişisel tarihlerini not ettikleri ajandalarından oynadıkları tehlikeli satrancı ortaya çıkarır. Darbe niyetleri ortaya çıkanlar "sarıkız" krizi ile derinden sarsırılır. Her on yıl başına bir balans ayarının düştüğü güzide ülkemde iki bin yedi bu on yıllık aradan sonra nasibine düşeni böylelikle almış olur.

Orduda andıç krizi tartışılırken ulusal cephe çalışmalarına hız vererek yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri için bir sürprizi yetiştirmeye gayret gösterir. Aynı günlerde bir başka aktüel dergide Zana ailesinin Kürt halkı ve onların dinsel tercihleri ile ilgili ileri geri görüş beyanları dikkatleri çeker. Etnik farklar ilk kez bu ay bu kadar katı bir biçimde dile getirilir� Küçük Dilaranın ailesi için ise ülkenin turnusol gündeminin hiçbir değeri yoktur, zira belediye ile üstlenici firma arasındaki suç bölüşümü bir yanda süregelirken ortadaki tek gerçek masum yavrularını kurban ettikleri açık bırakılan rögar kapağıdır�

NİSAN
En bereketli sansasyonlar hiç şüphesiz künyesinde nisan olan günlerde gerçekleşiyordu. Darbe günlüğü tartışmaları devam ederken iş Nokta dergisine nokta koymaya kadar götürülür, derginin yayını durdurulur.

Kadın derneklerinin en cevvali, en ezberlerdeki kadın kaderine boyun eğmeyeni bizim gibi gelişmesini her anlamda tamamlamış birinci sınıf dünya ülkesi olan bir memlekette tek kadın derdi olan seçilme kotasına kafayı takmıştı, dernek, bıyıklı kadınların arzı endamında "Meclise girmek için bu şart mı" kampanyası yaparken, sokağın dahi kamusal alan sayıldığı reel dünyada yaşama hakkı sınırlanan cinsdaşlarını unutuyordu, peşi sıra gelen bıyıklı kadına alternatif başörtülü destek fotoğrafları ise sadece işin magazin boyutunu beslemeye yetiyordu. Medya gücünü bir kez daha gösteriyordu. Halkına hakareti marifet sayan kalemşörler "halkımız eğleniyor"dan sonra "göbeğini kaşıyan adam"ı bir kez daha aşağılıyordu. Bu kez gerekçe bir Kuvay-ı Milliye hareketi olan milli mücadele mitinglerine(!) destek vermeyip köşeden rehavet içinde izlemeleri olacaktı. Nasıl unutulabilir ki il il, metropol metropol düzenlenen taşımalı mitinglerde temel slogan; "Çankaya Tayyipe mezar olacak" iken bir anda mecrasından kayan bu kitle hareketi "CHP, ADD meydanlarda elele" ye dönerek ana amacına ulaşır. Tuncay Özkan, Nur Serter, Türkan Saylan gibi renkli kişilikler bolca doldurur küçük dünyalarımızı. Nisan ayının ilerleyen günlerinde Başbakan Erdoğan meclis çatısı altında yasama tarihine geçecek o açıklamayı yapar, "Cumhurbaşkanı adayım Abdullah Gül kardeşimdir." Ayın 25i cumhurbaşkanlığı seçimleri için resmi tarihtir ama bazen evdeki hesap çarşıdaki ile örtüşemeyebilir, bir gece cümle alem uykuda iken teknolojinin nimetlerinden faydalanmak isteyen bir TSK mensubu yeni bir terim katar darbeler literatürüne "e-bildirge yolu ile ayar verme" 27 Nisan e-muhtırası bildik yöntemlerden çok farklıdır, tam bilişim çağına yaraşır bir davranıştır bu�

Ardından peşi sıra hemen yeni bir kriz piyasaya sürülür , Cumhurbaşkanlığı seçim usulü bir Kanadoğlu cin zekası ürünü parlak fikirle 367 rakamına takılır kalır. Krizsever CHPnin sahiplendiği bu şekilsel engel işe yarar mı zaman gösterir. Bu arada cumhuriyet mitingleri son sürat devam ederken, bu ay içerisinde her 5 kişiden 4ü en az 150 defa cumhuriyet kelimesini kullanmıştır, oysa kendisi bir yönetim biçimi olup günlük sohbetlere anılmak yerine akademik çalışmalarda daha çok yer verilmelidir kendisine, "tehlikenin farkında mısınız?"ın farkına varanlar bu satırların mesajını kavramakta gecikmeyecektir. Tüm bu meydan kalabalıklarına bir salvo da dindar cumhurbaşkanı seçmek niyetinde olan Özalistten gelir, Kocatepe Camiinde Rahmetli Özalın ruhuna okutulan mevlide on binler katılarak karşı rövanş olarak iki kalabalık arasındaki yedi farkı gözler önünde sererler. Bol bayraklı, sloganlı, her başa taç cinsinden kırmızı fona beyaz karakterli simgelerle süslenirken algı dünyamız, Çankaya noteri Sezar miting kalabalıklarını kutsamakla meşgul olmayı seçer�

MAYIS
Mayıs, ayı nisan sıcaklığını hiç de aratmayacak kadar yoğun atmosferde gelir geçer, Cumhurbaşkanlığı nasıl seçilmeli usülü ne olmalı tartışıladursun erken seçim için yol haritası bu tarihlerde açıklanacaktı, seçimler için yoğun birleşmeler, romantik yakınlaşmalar, günü birlik flörtler bugünlerde hızla artarak boy gösterecekti. İlki sağda Demokrat Parti tabelası altında nostaljik hayaller kuran sağ siyasetin iki ufak partisi arasında gelişen birleşme ütopyaları oldu, ikincisi mitinglerden parsayı toplayan cumhuriyet partisi (aradaki halk sözcüğünü unutmuş değilim) bir başka cumhuriyet partisi ile meydanların sesine kulak vererek birleşme yolunu seçer. Bu kardeşlik teması altında gerçekleşen birleşmelerin seçimden sonraki akibetini görmeyi uman vatandaş için Demokrat Parti projesi erken davranır ve bir yol kazası ile bu parlak fikir çatırdayarak ayrılık derdine düçar olur. İkilinin zayıf tarafı, ortağının tabelayı da alıp gitmesi ile temmuz seçimlerine katılma beklentilerinden de olur�

Geçtiğimiz seçimlerin de en renkli detayı olan siyaset biliminin kimyası ile alay eden Uzan politikası bu ayda üstün zeka ürünlerini halka teşhir ederek ileri reklamcılık tekniklerinin her türlü nimetinden faydalanır. Bu arada devam eden laik- antilaik tartışmaları gündemin ana malzemeleri içinde liste başı yerini hep korur. Kazanılması şart olan milli bir cephe savaşı haline getirdiğimiz eurovision adlı üçüncü sınıf amatör şarkıların yarıştığı beynelmilel yarışmada dereceye girememenin telafi edilemez kaybını da bu dönemde yaşarız şekerim! Göbeğini kaşıyan adam ise öylece kenardan son sözü söylemek için diş bilemeye devam eder, kentsoylu laikler ise bu seçimlerle alacakları rövanşı düşünerek şimdiden hanelerine galibiyeti yazar. İktidar ve medya ilişkilerinin tartışıldığı bugünlerde basının gücü eski kudretini yitirip gücün basınına doğru hızla yol almaya devam eder.

Mayıs ayının son günlerine kan bulaşır, hain eller bu sefer bedenine kurduğu bomba düzeneğinin pimini çeker başkentin en kalabalık çarşılarından birinde en kalabalık saatlerde meydana gelen canlı bomba dehşeti ile onlarca masum sivil insan hayatını yitirir.

HAZİRAN
Yaz mevsiminin ilk ayı haziran, mayıstan miras malzemelerle yoluna devam etmektedir. Demokrat Parti çatısı çökerken taraflardan küçük olanı enkazın altında kalır. Sınır ötesi operasyon söylentileri fısıltılar halinde gökkubbeye ulaşırken, Türkiye doğudan yükselen şehit feryatlarına kulağını tıkar, zira seçim öncesi bir kaos yaşanması kimsenin işine gelmez. Anneler çocukları için sessizce göz yaşı dökmeye devam eder. Bu zaman dilimi içerisinde yarış iyice kızışırken siyasette beklenmedik açılımlar da yakalanır doğrusu, politik geleneği, hedef seçmen kitlesini bir kenara bırakan siyasi partiler listeleri tersten okuyarak aykırı adaylar üzerinde yoğunlaşır, cumhuriyetin partisi sürecin önemine işaret ederek muhafazakarların damadı, sağ kitlenin lider adayını listenin seçilmesi en muhtemel, en parlamentoya nazır köşesine ekler� Diğer siyasiler de benzer muhalif isimleri bünyelerine katarak bu dünyada değer ve kutsallar adına her şeyin küresel ısınma ile beraber eridiğine canlı kanıtlık ederler. İrtica haberlerine ara veren malum medya organı milli eğitim müfredatları dairesinde eğitim veren bir lisenin, sınıftan bozma mescidinde toplu namaz kılındığını ortaya çıkarır. Bu skandal(!) görüntüler velilerin bir kısmını da dehşete düşürerek görüntülerden teşhis edilen öğrencilere psikolojik terapi hizmetleri sunulur. Her derde deva Türkan Saylanımızın bu konuda da zihni fena halde bulanan çocuklarımız için bir çaresi vardır; ona göre evlatlarımıza namaz yerine bale eğitimini sunmak sureti ile toplu mescid krizlerinin (!) önünü almak mümkün olabilir�

Komplo sever Türk insanı için bu ay hayli eğlenceli geçmektedir, taaa okyanus ötelerinin enstitülerinden gelen komplo, suikast, sabotaj haberleri gündemi bir anda tepetaklak etmeye yeter. Meslektaş iki gazeteci hanımın kişisel hırsları, "vay efendim o haber öyleydi, şu dönem bu söylentiler çıkmadı" şeklinde ver yansınları magazin kültürümüzün değerli arşivlerine yüksek katkı unsuru olarak hibe edilir. Hudson Enstitüsü´nün komplo teorileri ışığında yüksek yargının pek kıymetli hanımefendilerinden en başkan olanı ciddi koruma tedbirleri ile can güvenliğinin derdine dahi düşmüştür. Bu arada milli sermaye dostu, seka kardeşi asker bankası makus kaderine teslim olarak ironik bir biçimde yabancılara satılma talihsizliğine mani olamaz.

TEMMUZ
Ve Temmuz; seçime doğru Türkiye uçuk vaadler, asılsız sloganlar, seçim beyannamesiz programlar ile tam bir baskın basanındır seçimi olacaktır. ABDnin yeni dünya düzeni haritaları elle tutulur bir bölücülük unsuru olarak apaçık ortada dursa da bir kem niyetten çok, teknik kadastral hata olarak değerlendirilecektir. Seçim kampanyalarının şekil kısmı bir yana etik tarafı da tartışmaya açılıp, rüşvet karşılığı oy iddiaları birilerinin canını çok sıkacaktır, biricik oğulcuğuna bir gemicik alması dahi çok görülen devlet adamı derdini kimselere anlatamayacak, son olarak mısır zengini, likit yumurta dehası bakan ağabeyciğine sığınmakta bulacaktır çareyi. Mazotu 1 YTL yapıp ÖSS yi kaldıracağını vaad eden İngiliz yakışıklısı ıslak beyaz gömlek mucizesi genç adam istediği ilgiye mazhar olamaz. Seçilmesi muhtemel mevkilere partilerin layık gördükleri isimler siyasi dengelerin değiştiğine de işaret edecektir. Milli Görüşçü ekibi bu seçim sezonu neredeyse tamamı ile tasfiye eden iktidar partisi bu anlamda merkeze yürüdüğünü de ispatlamış olur. Tam da bu dönemde yüzleri maskeli kamera karşısına geçen PKKnın itirafçıları malumun ilanı kabilinden o açıklamayı yapar "Örgütün silahlarını ABD temin ediyor..." Tabi bu beyanla ilgilenmeyen necip Türk basını seçimlere konsantre olup, parti liderlerinin hayat hikayelerini soft operalara taş çıkartacak kadar dramatize etmek suretiyle yayınlamayı uygun görecektir. Seçimden sonrası için çizilen iddialı tablolar, Rodoslara kadar yüzmekten tutun iktidara gelemezsem siyaset yapmak bana haram olsunlara dek uzanan hormonlu söylemler, her biri bu yaz ayının tatlı meltemleri ile uçup gidecektir�

Ve 23 Temmuz sabahı bu ülke için ancak sıkı yönetim rejimi sonrası gerçekleşmesi makul olan sosyal bir patlama ile, iktidar partisi yüzde 47lere varan oy oranı alarak yeniden iş başına gelecektir, bu gelişmenin ardından partisinden istifa ettiğini açıklayanlar, kabuğuna çekilip günlerce açıklama yapmayanlar olur. Siyasetin haritasını yeniden tanzim eden bu sonuç, en çok anketleri ile alay edilen akademik insanı sevindirir� Seçim öncesi zar zor yama usulü birleşmeye çalışan sol cenah bir bir dökülmeye başlarken parlamento marjinal bir iki siyasi oluşuma da kapılarını açar�

AĞUSTOS
Ağustos ayı harareti bir yandan, göbeğini kaşıyan adamın sandıktan çıkması ile kimilerinin bütün beklentileri tuzla buz olur, galibiyetin partisi kutlamalara hız verirken, demokrasinin partisi(!) bu yasama yılını evinde geçirecek, sandık yüzü dahi göremeyen müflis lider ailesi ile önce Prag ardından dünyanın dört bir yanına seyahatler düzenlemeye niyetlenip "çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir ?" sorunsalına cevap arayacaktır� Ana muhalefetin hizipsever lideri o günlerde nefes açma denemeleri yapar , zira Rodosa kadar yol görünür kendisine� Tabii ilerleyen zaman içerisinde herkes bir yolunu bulup verdiği sözlerden, attığı adımlardan feragat edecek, vatandaş yine buna şaşırmayacaktır. Ve bir müddet sonra yeni kabine kurulur, bakanlık koltuğuna oturanlar arasında sürpriz isimler de bulunur. Meclise giren etnik farklardan beslenen milliyetçi iki partinin liderlerinin tarihi tokalaşma fotoğrafı yılın kareleri arasında ajansların belleğine kazınır�

Yaz ayının en sıcak ayı kuraklığı da beraberinde getirir, seçim sonrası zafer sarhoşluğuna kapılanlar başkentliden "su tatili" ne çıkmasını ister� Suyu kesilen mağdur vatandaş bir darbe de merkez medyadan gelir, göbeğini kaşıyan adam saflarına bidon kafalı seçmen de katılır böylelikle�

Parlamento Başkanı seçimlerinde Başbakan verdiği uzlaşma sözünü tutar. Merkez sağın kıdemli isimlerinden Köksal Toptanın muhalefet ve iktidar desteğini alarak seçilmesi ile Bülent Arınç bu sezon forma giyemez ve bu yeni tablo ile vazgeçilmesi teklif dahi edilemez troyka da tarih olur� Emin Çölaşan 35 yıllık meslek hayatının Hürriyet macerasını noktalar, meslek etiği üzerinden tartışılacak belki de son isim olan Çölaşan ayın mağduru seçilir� Kürek arkadaşı Bekir Coşkun haritaları taramaya başlar, göbeğini kaşıyanın gayri estetik görüntü kirliliğine daha fazla katlanamayıp başını sığdıracak bir yerleşke aramaya çoktan başlar�

EYLÜL
Sonbahara sivil hayallerle merhaba derken, kent elitleri, oligarşi ve bürokrasi yeni reis-i cumhura ancak ondan çok refikalarına alışmaya çalışır. Kamusal alanı kevgire çeviren Hayrunlady sahalara çabuk ısınır bir iki playboy türbanlı karikatürü saymazsak keyfi de hayli yerindedir�

Sivil anayasa tartışmaları hız kazanırken, zorunlu din dersinin mahiyeti ve başörtüsünün akibeti anayasada maksatlı olarak öne çıkarılan ana konulardan olur, bu sırada plazalarında rahatı yerinde ancak dikeceği otelin arazisi için Harbiye mahallesi ile başı dertte olanlar üzerlerindeki bu "baskı" yı kamuya mal ederek eski sosyologların kapısını aşındırır� Dünya küresi üzerinden Malezyanın da yerini bulduktan sonra "baskıların mahallesi" servise hazırdır, anayama (pardon anayasa) çalışmalarını gölgede bırakan bu yeni paranoya Eylül ile beraber önümüzdeki birkaç ayı da kurtaracak gündem malzemeleri arasına girer.

Protokollerde asker-örtü çatışmalarından nemalanmak isteyenler aradığını bulamamanın kahrı ile Eylüle elveda der�

EKİM
Artan şiddet olayları ile anılır ekim� Beytüşşebapta sivil insanların çoluk çocuk, mübarek ramazan demeden, oruç oruç bir yudum suya hasret bırakılarak hunharca katledilmesi, otobüs baskını olarak geçer kayıtlara. Hala olayın failleri konusunda ciddi sis perdesi bulunan katliam, kendi halkına gözünü kırpmadan bu caniliği reva görenlerin (tabi suçlusu eğer örgütse) tek suçu üzerinde üniforma taşımak olan gencecik fidanlara neler yapabilecekleri hakkında az çok fikir verir. "Terör hortladı" yayınları ile bu illetin meşruiyeti tartışılmaya başlanır. Derin ilişkiler ağındaki PKK denklemi, Ortadoğuya barış götüremeyenlerin başarısızlığına çekilmek istenen Türkiye gerçeği ile bu beladaki asli niyet ve kukla değil, kuklacı işaret edilmeye çalışılır. Bu arada TBMMdeki etnik milliyetçi partinin dağdakileri terörist ilan edememesi tüm bu kaosun üzerine kekremsi tadı ile isotu bol acılı sos niyetinde kabul görür... Referandum sabahına uyanan Türkiye oy kullanmak için hazırlık yaptığı sırada TVden gelen şehit haberleri ile sarsılır, oy kullanmakta kararlı seçmen, sivil anayasa ve cumhurbaşkanlığını seçim usulü için "evet" der� Artan milliyetçi yayınlar en sonunda daha evvel sansür yemiş ikinci bölümünü yayınlamaya bir türlü muvaffak olamamış bir dramanın şehitlerimizin ruhuna ithaf edilmesine kadar götürdü işi�

Aynı günlerde Hiltonu hala dikemeyenlerin Özkök buluşu pek bir tutulur, herkeslerin gidip Malezyayı göresi, neşrettikçe neşredesi gelir� Kampanyalar ülkesi güzide memleketimde tehlikenin farkına vardıktan sonra en bir tutan ortaoyunu baskıların mahallesi olur�

KASIM
Kasım ayı Beyaz Saray çıkarması ile takvimlere merhaba der, Erdoğan terör zirvesi için soluğu ABDde alır. 5 Kasım görüşmelerinden operasyon çıkmadı diplomatik uzlaşı ile gerginlik devam eder..

Dağlıca baskınında dağa kaçırılan 8 askerin salınması için sivil mücadele sürerken her biri kahraman birer demokrasi neferi olan toplumun en bir demokrat partisinin kurmayları dağda rehine askerleri kurtarmak için seferber olur. Ertesi gün haberler de ne denli barışsever olduklarından bahsedileceklerini bekleyen partililer gittiklerine gideceklerine pişman olur, kafilenin özel hayatları iğdiş edilir, dağdaki örgüt lideri koca sekiz sütuna manşet olarak başı külahlı, eli silahlı hanım vekilin başına dert açar� Anayasa Mahkemesi atamasından sonra YÖK atamaları gündeme gelir. Çiçeği burnunda reisi cumhurun takdirleri merakla beklenir ama Gül ondan evvel, YAŞ kararlarına rutini bozmadan imzayı basıverir� Kimbilir bu kararname ile malum disiplinsizlikten kaç şerefli asker ordudan ihraç edilir? Çatışmanın marifet sayıldığı ülke zemininde kendi fikirlerini oluşturamayacak yaştaki ilkokul talebesi bir çocuk, ecdada kompozisyon tekniğinin edebi (?) nimetleri ile küfür ederek İlçe Milli Eğitimce ödüllere layık görülür.
İroniler memleketi Türkiyem de aynı ayın sonunda Tevhide Kütük adlı lise son sınıf talebesi genç kız, yine bir kompozisyon yarışmasında derece kazanır. Lakin onu farklı kılan başındaki bir metrelik fazlalık ,kürsüden haddini bildirmeye yeter sebep sayılır. Genç kızın ailesi devletin zirvesinden aldıkları moral telefonu ile teselli bulur�

Kasımlı günlerde Ortadoğudan sıcak misafirleri ağırlar meclis� Meclis diyoruz çünkü ilk kez bir İsrail devlet lideri "Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu" oluşum içerisinde Türk seçilmişlere seslenir�

ARALIK
Havada rekabet uğruna fiyatlarını yarıya çeken uçuş firmalarından namı çok bilinmeyeninin Anadolu bozkırında şaibeli bir biçimde yere çakılması 57 insanımızın hayatına mal olur Aralık ayının ilk günlerinde� Nükleer bilim üzerine ciddi çalışmaları bulunan Boğaziçili akademisyenin ve ekibinin o uçakta yer alması kazanın oluş şekline dair küçümsenemeyecek şüphelere yol açar� Pilotaj hatası olarak geçiştirilemeyecek bu faciada beklenen olur ve hiçbir sonuca erişilemez, kara kutu boş çıkar� Böylelikle ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve sabırlar dilemek düşer� Bu acının tazeliği bir kenarda dururken, beklenen atamalar Cumhurbaşkanının tasarrufundan geçer, YÖKün başına YÖK mağduru bir bilim adamı atanır, TRT Genel Müdürlüğü koltuğuna tahmin edildiği gibi bir gazeteci değil yine bir bürokrat gelir. Aynı günlerde mahalle baskılarının yanına yeni hikayeler katmak niyetinde olan gazete köşecileri bu kez ezber bozan devrimci türbanist kızı gözüne kestirir, elinde tuttuğu Kızıl Bayrak, başındaki başörtüsü ile hikayenin mizanpajı hazırdır. Haklılığı yüzde 47 ile onaylı erdem anketleri de tam bu döneme yetişip "başörtüsü takma eğilimi artıyor" demedi mi tamamdır, her şey yolundadır işte. Hatta yurt içi geliştirilen bu senaryoya bir de sürpriz olarak taaa Viyanalardan lokum tadında destek katkılar gelince hadi bakalım varsa o kadar yüreği olan çıksın da şimdi düzenlenecek Anayasa´da başörtüsüne geçit versin�

28 şubat

İslami mücadeleden bağımsız insani yardım sadra şifa değildir.

Şükrü Hüseyinoğlu / sukruhuseyinoglu@anadolugenclik.com.tr

İnsanlığa bildirilmiş son Rabbani reçete ve yürürlükteki yegane hak din olan İslam, batı pozitivizminin, ilgi alanı vicdanlar ve dar manada mabedlerle sınırlı olan religion (din) tanımında ifadesini bulan "kamusal alan dışı" bir din değildir. İslam, insanın olduğu her an ve alana ilişkin sözü olan, fert ve toplum hayatını alemlerin Rabbi yüce Allahın iradesi doğrultusunda inşa etmeyi hedefleyen ve bunun için de mikro ve makro tüm iktidar alanlarına müdahil olan bir ölçüler bütününün adıdır. O, insanlığa nasihat etmekle kalmayıp onlar için dünya ve ahiret saadetine kaynaklık eden somut ölçü ve ilkeler bildiren bir hayat nizamıdır. Bu din, insanlar arasında adaletin, doğruluğun, merhametin, paylaşımın hakim olmasını istediği gibi, bu hedefleri gerçekleştirmede insanlara rehberlik edecek ilke ve hükümleri de bildirmektedir.

İslam, muharref Hıristiyanlık gibi sevgi, iyilik, merhamet ve benzeri soyut kavramlarla sınırlı bir din değildir. İslam, insanların kalblerine, vicdanlarına, düşüncelerine hitap ettiği gibi insanlar arasındaki ictimai, siyasi, iktisadi işleyişe de hitap eder, yeryüzünde iyiliği, merhameti, sevgiyi hakim kılmanın olmazsa olmaz ölçülerini bildirir. Mikro ve makro tüm iktidar alanlarını Rabbani ölçülere tabi kılmayı gaye edinir ve dolayısıyla hayatın her an ve alanına müdahil olur.

Ayrıca İslam sadece fertleri muhatap alan ve insanların ferdi yaşantılarıyla ilgili ölçüler bildiren bir din de değildir. Alemlerin Rabbi yüce Allah, temel kaynağımız Kuran-ı Kerimde "Mümin"e değil, "Müminler"e hitap etmektedir. Bizlerden Kitabına topluca sarılmamızı istemektedir.

İslamın bir diğer temel özelliği de, bütüncül bir hayat tarzı oluşudur. Mesela, "İbadetlerimde İslama, ticaret hayatımda ise kapitalizme ya da sosyalizme tabi olayım" şeklinde bir yaklaşım İslama göre açık bir şirktir. Zira böyle bir yaklaşım egemenliği parçalamakta, yalnızca yüce Allaha ait olan insan hayatına nizam verme, yol belirleme yetkisine ortaklar koşmaktadır. Müslümanın ibadeti de, ticareti de, siyaseti de İslami olmalı, Müslüman her şeyiyle İslama tabi olmalıdır.

Bu izahlardan sonra, özellikle de 28 Şubat müdahalesinden sonra Müslümanlar arasında tam bir furya halini alan insani yardım kuruluşları ve bu kuruluşların çalışmaları üzerine tahliller yapmaya başlayabiliriz.

28 ŞUBAT MİLAD OLDU
Müslümanların teşkil ettiği bazı oluşumların, 28 Şubat zorbalığı karşısında İslami sorumlulukları daha sıkıca kavramak ve omuzlamak yerine, kendilerini egemen sistemle karşı karşıya getirmeyecek yeni uğraş alanları arayışı içerisine girdiği bir gerçek. Böylece hem kendilerince bir şeyler yapmaya devam etmiş olacaklar, hem de zorbaların hiddeti karşısında kendilerini emniyette hissedebileceklerdi. "Fitne ortadan kaldırılıp, yeryüzüne Allahın dinini hakim kılma" mücadelesinden bağımsızlaştırılmış bir sivil toplum uğraşısı olarak yardım faaliyetleri, kişisel gelişim çalışmaları, varıyla yoğuyla iş dünyasına yönelerek ekonomik güç olma çabası İslami yükümlülüklerin yerini almaya başlayan söz konusu uğraş alanlarının başında geliyordu.
Bazı İslami kuruluşlar, 28 Şubatla birlikte makas değişimine giderek kişisel gelişim eksenli konferans ve seminerler düzenlemeye başladılar. Bazıları da, İslami mücadeleden bağımsız bir toplumsal yardımlaşma kurumu niteliğine büründüler. Ancak ve ancak İslami bir toplumsal dönüşüm mücadelesi bünyesinde anlamlı olabilecek eğitim ve yardımlaşma çabaları, ne yazık ki İslami mücadeleden kaçıp sığınılan bir liman işlevini görmeye başladı.
Tabii ki, bu kaçış hikayesi büyük bir yanılgının eseriydi. İslami mücadeleden bağımsız ne vardı ki anlamlı olan, kişisel gelişim ya da yardım organizasyonu da anlamlı olsun? Oysa salt toplumsal yardım çabalarıyla adil bir bölüşüm ne kadar tesis edilebilirdi ki? Genelde yeryüzünde ve özelde ise yaşadığımız topraklarda kurulu mevcut kapitalist-sömürü düzenleri yaşadığı müddetçe yalnızca toplumsal yardımlaşma organizasyonları marifetiyle toplumsal adaletin sağlanması mümkün müydü?

MAKRO ADALETSİZLİK,
MİKRO ALANLARDAKİ ÇABALARLA GİDERİLEMEZ
Tabii ki, yardımlaşma organizasyonları önemlidir ve takdire şayandır, fakat İslami mücadeleden bağımsızlaştırılan bu tür organizasyonlar, taşıma suyla değirmen döndürme gibi bir beyhude çabanın içine düşmenin yanı sıra, bu işe çaba harcayan Müslümanların enerji ve imkanlarının da önemli ölçüde heder edilmesi anlamına gelir.

İslam evet toplumsal yardımlaşmayı, infakı, sadakayı emretmiştir bunda şüphe yok. Dolayısıyla Müslümanlar yardım kuruluşları kurup fakir fukaraya yardım çabası içerisine gireceklerdir, girmelidirler. Fakat, tüm bunlar "yeryüzünde fitnenin (Allahın nizamından başka nizamların etkinliğinin) ortadan kaldırılıp Allahın hükümlerinin hakim kılınması" doğrultusundaki İslami mücadelenin bünyesinde olduğunda bir anlam ifade eder. İslami mücadeleden bağımsızlaştırılmış, salt bir sivil toplum faaliyetine indirgenmiş bir insani yardım faaliyeti asla sadra şifa olamaz. Zira, yüce Allah tüm canlılara rızıklarını tastamam bahşetmektedir. Yeryüzünde, canlılar için gerekli olan yiyecek, içecek, barınak, ısınma ve diğer ihtiyaçlar anlamında asla bir kaynak sıkıntısı bulunmamaktadır. Ne var ki, zulüm ve sömürü üzerine kurulu ideoloji ve sistemler, yüce Allahın canlılara bahşettiği kaynakları talan etmekte, Necip Fazılın "Allahın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" dizileriyle ifade ettiği gibi yeryüzünün kaynaklarını tekellerde toplayıp adaletsiz bir gelir dağılımına yol açmakta, tefecilik ve tefeciliğin modern tarzı olan faiz çarkıyla zengini daha zengin, fakiri daha fakir hale getirmektedirler. Bunun sonucunda da kıtaların birinde bir yılda köpek ve kedi maması için 10 milyar euro harcanırken, bir başka kıtada milyonlar açlıkla boğuşur duruma düşmüş bulunmaktadır.
Şimdi, yeryüzünde yüce Allahın canlılara bahşettiği kaynakların talan edilmesine, gelir adaletsizliğin tam anlamıyla bir uçuruma dönüşmesine yol açan makro iktidar ilişkilerini inkılaba uğratıp, İslamın, tekelciliğe, faizciliğe kökten karşı olan ve "�Ta ki o mallar, sizden yalnız zenginler arasında el değiştiren bir servet haline gelmesin�" (Haşr 59/7) ayet-i kerimesinde de ifade buyurulduğu gibi yeryüzündeki kaynakların tabana yayılmasını öngören nizamını tesis etmeyi amaçlayan İslami mücadelenin bir parçası olmadıkça yardım faaliyetleri lokal iyileştirme dışında ne anlam ifade eder ki? Böyle bir yardım faaliyeti bir anlamda taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışmak değil midir?

Ne yazık ki bugün yaşadığımız topraklarda insani yardım adına yapılan faaliyetlerin büyük çoğunluğunun, yeryüzünde zulüm, sömürü ve adaletsizliği ortadan kaldırıp haksızlığın, sömürünün, zulmün olmadığı bir dünya kurmayı hedefleyen İslami mücadeleden bağımsız, hatta ondan kaçışın ürünü olarak işi sadece yardım faaliyetleri olan profesyonel bir sivil toplum faaliyetinden ibaret olduğunu söylemeliyiz.

PATATES, KÖMÜR DAĞITARAK SOSYAL ADALET GERÇEKLEŞTİRİLMEZ
Meselenin bir diğer boyutu da, kendileri ısrarla reddetse de bazı çevreler tarafından ısrarla "İslamcı" vurgusuyla ifade edilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümetinin sosyal adalet deyince bundan kömür ve patates dağıtmayı anlaması ve bu alanda yaptıklarıyla övünüyor olmasıdır. Muhakkak ki halkın kaynaklarının en azından bir bölümünün yardım adı altında da olsa halka geri verilmesi olumlu bir gelişmedir. Fakat, insani yardımı İslamın makro iktidar mücadelesinden bağımsız olarak ele alıp yürüten yardım kuruluşları gibi mevcut hükümetin de bu konuda tabir caizse topu taca atan bir yaklaşım içerisinde olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Zira, bir tarafta elinde bulundurduğu iktisadi işleyişle halkın kaynaklarının faiz çarkını işleten rantiyeciler tarafından talan edilmesine, parayla para kazanılması sonucu fakirin iyice fakirleşip, zenginin daha da zengişleşmesi ve böylece gelir adaletsizliğinin her geçen gün daha da artmasına aracı olan hükümet, patates, soğan ve kömür dağıtarak nasıl bir sosyal adalet gerçekleştirebilecektir? Bu, kendi kontrolünde bulunan dereyi değirmene yönlendirip değirmenin çarklarını kalıcı olarak döndürmek yerine, derenin talancıların tarafına akmasına göz yumup değirmeni taşıma suyla döndürmeye çalışmak değilse nedir?

Makro sömürü çarkları dönmeye devam ederken, mikro bir çaba olan sosyal yardımlarla sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışmak ve bunu da başardığı zehabına kapılmak büyük bir yanılgıdır.

Esaslı ve kalıcı sosyal adalet ancak, yeryüzünün kaynaklarını talan edip tekelleştiren küresel ve yerel kapitalist sömürü çarklarını kırma potansiyeline sahip yegane güç olan İslamın makro iktidar mücadelesine omuz vermekle gerçekleşebilir. İnsani yardım çabaları bu mukaddes davanın bir parçası olduğu sürece gerçekçi bir anlam ifade ederler. Aksi halde Müslümanların imkanlarını ve enerjilerini heba eden birer taşıma suyla değirmen döndürme çabası olmaktan ileri gitmeleri mümkün olmaz.

MSP Döneminde Devrim Niteliğindeki Hizmetler

MSP Döneminde Devrim Niteliğindeki Hizmetler



Erbakan`ın ve Milli Görüşün, iktidar olduğunda neler yapabilece-ğini akıllara yatırmak için, daha önce Selamet dönemindeki koalisyon hükü-metle-rinde ve üç-dört yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde, fiilen gerçekleştirdiği tarihî hizmetleri hatırlatmak zorun-dayız...
A- Milli Görüş, "Önce ahlâk ve maneviyat" diyerek yola çıktığı için bu sa-hada ve her birisi nizorlu bir mücadele sonunda başardığı "Devrim" niteliğindeki hiz-metlerin bir kısmını arz edelim:
1- 52 tanesi, daha önceki hükümetlerce ve özellikle Demirel tarafından kapatılan Orta kısımlarını yeniden devreye sokmak üzere, tam 350 tane İmam- Hatip Okulu’nun açılması başarılmıştır.(Lütfen dikkat edilsin. Bütün Cumhuriyet tarihi bo-yunca, 50 yılda sadece 50 tane, Selamet döneminde ise 3 yılda 300 tane İ.H.O. açılı-yor. İşte bizim faziletimiz, farkımızdır.)
2- İ.H.O. mezunlarının üniversitelere girme hakkındaki kanun teklifi verildi ve gerçekleştirildi. Bu gün İ.H.O. çıkışlı avukat, doktor, mühendis, po-lis, öğretmen, kayma-kam...Yüz binlerce inançlı kadrolar, yurt çapında görev başında ise bu Selamet’in meyve-leri ve hayırlı sonuçlarıdır.
3- İ.H.O. mezunu öğretmenlerin, ilkokullarda Din ve Ahlâk dersi öğret-meni olma-ları hususunda kanun teklifi yapıldı ve çok şükür başarıldı, bugün uygulanmaktadır.
4- Bütün okullara, Din ve Ahlâk dersleri programı konuldu. Bu durum Laik Türkiye`de, tek başına bir olay sayılmıştır. Daha sonra 12 eylül askeri yönetimi bunun önemini kavrayarak “Din eğitimini zorunlu dersler sınıfına” almıştır.
5- Bu ahlâk derslerinin, Ortaokul ve Liselerde Yüksek İslam ve İlahiyat mezun-larınca okutulması tamimle şart’a bağlanmıştır.
6- 1976-1977 ders yılı başından itibaren ilk, orta ve liselerde bütün ders kitap-larının yeniden yazılması, Bakanlar Kurulunca karar altına alınmıştır.
7- Mısır, Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkelerde okuyanların, dip-lo-ma-larının Türkiye`de geçerli sayılması kararlaştırılmış ve uygulanmaya baş-lanmıştır.
8- Müstehcen neşriyatla (ahlâksız yayınlarla) mücadele kanunu çı-ka-rılmış, Adalet ve İçişleri Bakanlıklarınca ciddiyet ve cesaretle uygulanmıştır.
9- Vakıf mallarının yağmalanmasına son verilmiş, Vakıflarca 500`e yakın cami yeniden restore edilmiş, Vakıf gelirleri üç-dört misline çıkarılmıştır. Ayrıca, Vakıf aşevlerinden yedirilen yoksulların sayısı dört misli artırılmış. Takriben 5000 kadar kör, sakat ve sahipsiz insanımıza, vakıflardan maaş bağ-lanmış, Vakıflara ait yeni iş hanları yapılmış ve gelir kaynakları arttırılmıştır.
10- Risale- i Nur gibi dînî, ilmî ve ahlakî eserlerin okutulmasına konu-lan yasak-lar kaldırılmış, böylece İslamî yayıncılıkta yeni bir çığır açılmış ve patlama yapılmıştır.
11- Kur`an Kurslarının yapılması ve yaşatılması için, Cumhuriyet tari-hinde ilk defa devlet katkısı olarak bütçeye ödenek ayrılmış ve 3000’den fazla Kur’an Kursu hizmete başlamıştır.
12-Din görevlilerinin mesleki eğitimi için, 7 tane Bölge Eğitim Merkezi açılmıştır.
B- Ülkemizi geri kalmışlıktan, sömürülmekten ve dilencilikten kurtar-mak, insa-nımıza helal ve huzurlu iş sahaları açmak için, mutlaka Ağır Sanayi hamlemizi başlat-mak, Milli Harp sanayimizi kurmak zorundaydık... Bu nedenle Milli, güçlü, süratli ve yaygın kalkınmayı sağlamak üzere, MSP bir yan dış güçler ve yerli sömürü ve ser-maye çevreleri ile savaşırken, bir yan da za-manla yarışıyordu. "Montaj değil, her yö-nüyle milli ve yerli üretim", " Fabrika yapan fabrika" diyerek yola çıkıldı ve ülke ça-pında 200 büyük fabrikanın plan ve projeleri hazırlı, temelleri atıldı ve bu dev tesisle-rin 70 kadarı fiilen işlet-meye açıldı ve üretime başlı. Böylece yüz binlerce vata-şımıza iş imkânı sağlı. Geri kalan 130 fabrikanın çoğunun kaba inşaatları ve hizmet binaları bitirildi, hatta bazılarının makinaları getirildi...
Ama maalesef, malum olaylar ve oyunlar sonunda, yıllardır yüz üstü bırakılan, tari-hine ve tali-hine küskün bu dev eserler şimdi artık sahibini bekliyor...
C- Bu arada Milli Selamet’ce teklif edilen ve gerçekleştirilen önemli ka-nun-ların bazı-larını hatırlatalım:
1-İstiklâl Harbi gazilerine maaş bağlanması kanun teklifi hazırlanması...
2- Emekli işçilerin eş ve çocuklarının sigorta kapsamına alınması...
3- Çalışan işçilerin ana babalarının sigortalı sayılması.
4- Asgari (en az) geçim indirimi kanun teklifinin hazırlanması
5- Mukaddesata sövenlerin cezalırılması
6- Çıraklık ve kalfalık kanunun çıkarılması.
7- Muhtarlara maaş bağlanması.
8- Maliyeti düşürmek ve pahalılığı önlemek için reklâm ve faizin mas-rafa ya-zılmaması (maalesef sağcı ve solcu sömürücülerin ittifakıyla engel-lendi.)
9- Doğu Anadolu’da görev yapanlara yakacak yardımı yapılması.
10-Küçük çiftçi ve balıkçıların, vergi muafiyeti sınırının yukarı alın-ması.
11- Yabancı ülkelerde çalışan işçilerin, askerliklerinin 29 yaşına kadar uzatılması.
12- Ev hanımı olan kadınların ve özel ev hizmetinde çalışanların si-gorta kapsa-mına alınması.
13-Tarım ve Orman işçilerinin S. Sigortalar Kurumu kapsamına sokul-ması.
14- Yurt dışında çalışan işçilerimizin, Türkiye içindeki hizmetlerinin bir-leştiril-mesi ve toplanması.
15- Yurt dışındaki işçi çocuklarının diplomalarının Türkiye`de geçerli sayılması.
16- 65 yaşını dolduran düşkünlere maaş bağlanması.
17- Dul ve yetimlere maaş bağlanması.

D - Dış Politikada:
1- Türkiye İslam konferansına tam ve aktif üye yapıldı.
2- İslam alemiyle siyasi, ekonomik ve kültürel sahalarda ciddi bir irtibat ve işbirli-ğinin temelleri atıldı.
3- MSP’nin üstün gayret ve cesaretiyle, zaferle biten Kıbrıs barış ha-re-kâtı yapıldı ve Kıbrıs Türkü’nün hayatı ve hürriyeti kurtarıldı.
4- Batı ülkeleri ve özellikle Amerika ile yapılan ikili anlaşmalarda Devlet onurumuzun ve milli çıkarlarımızın korunması sağlı.
Sadece bir kısmını hatırlattığımız bu çok önemli ve hayırlı hizmetler, bir-kaç yıl gibi kısa bir zama ve bu günkünden çok daha katı ve kötü şartlar al-tında ve meclis aritmetiği içinde pek az sayıdaki bir milletvekili grubuyla baş-latılmış ve hamd olsun ba-şarılmış bulunmaktadır... İki üç yılda yapılanları, biz şimdi yazmaya kalksak iki üç yılda bitiremeyiz... Bu açıkca Rahmanî bir inayet-tir ve manevî bir berekettir...
Şimdi, çok daha münasip şartlarda, çok daha güçlü bir kadroyla, yılla-rın ve olay-ların kazırdığı deneyim ve donanımla Milli Görüş’ün yeniden iktidarı elbette saadet getirecektir.
Evet, "Fazilet gelince, Rezalet gidecektir. Saadet gelince,sefalet bitecektir"

Erbakan ve Kıbrıs Zaferi
Bazı küçük beyinlerin, büyük olayları idrak etmesini beklemek boşunadır. Kindar ve kıskanç kimselere, bir takım başarıların kabul ettirilmesi gerçekten kolay olmamaktadır. Bu ba-kımdan, Erbakan Hoca’nın, 74 Kıbrıs zaferini hafife alanların bu tavırları da, ya bu ola-yın boyutlarını kavrayamadıkla-rından, veya kıskançlık damarlarındır.
Şimdi Kıbrıs Barış Harekâtının hem stratejik, hem psikolojik, hem de si-yasi ve askeri sahadaki üstün başarılarının ve mutlu sonuçlarının bir kıs-mını hatırlatalım.
I - Her şeyden önce bilinmesi ve kabul edilmesi gereken gerçek şudur ki, 74 Kıbrıs Harekâtının asıl mimarı ve kahramanı Erbakan`dır. Sadece mu-hale-fet-teki Demirel’in Adalet Partisi değil, koalisyon ortağı Ecevit’in Halk Partisi de, böyle bir harekâta kar-şıydı, çünkü korkuyorlardı ve Amerika ve Avrupa`nın bas-kısı nedeniyle çıkarma yapmaya cesaret edemiyor-lardı. Hükümetin CHP kanadının bu harekâta razı edilmesi için, Erbakan`ın ilk mücadelesini koalisyon içerisinde ve Büyük Millet Meclisinde kazığını belirtmemiz lazımdır. Umuyorum ki pek yakın bir gelecekte, bütün bu gerçekler, belgeleriyle ortaya koyulacak ve mille-timiz olup bitenleri o zaman daha iyi anlayacaktır.
Bilindiği gibi 15. Temmuz.1974’te Samson adlı EOKA’cı Kıbrıs’ta Makaryosu devirip darbe yapmış ve Ada’yı Yunanistan’a katacağını ilan etmişti. Artık Kıbrıs’a müdahale etmemiz kaçınılamaz hale gelmişti. Ama hem Ecevit, hem de başta Demirel bütün muhalefet, askeri çıkarmayı çılgınlık olarak nitelemekte ve karşı gelmekteydi.
Sonunda İngiliz Başkanı Callahan’la konuyu görüşmek üzere Ecevit, Oğuzhan Asiltürk’le birlikte Londra’ya gönderildi.
Böylece Erbakan, artık tam yetkili başbakan vekiliydi.
Hava alanında, Ecevit uğurlıktan hemen sonra Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar ve Kuvvet Komutanları Erbakan’la birlikte özel bir odaya geçiyor ve orada bulunan Süleyman Arif Emre Bey bile içeri alınmıyordu.
Bu uzun ve tarihi toplantıda, Kıbrıs’a derhal çıkarma kararı üzerinde anlaşıyorlar... Kuvvet Komutanları “yıllardır böylesine onurlu ve olumlu bir karara hasret çektiklerini ... Düşmanların dikkatini çekmesin diye, dağıtılarak Dörtyol, İskenderun ve Mersin’de konuçlırılan birliklerimizin çıkarmaya hazır hale gelmesi için 2-3 gün gerekeceğini” bildiriyorlar. Bu arada daha önce İnönü ve Demirel’in yaptığı gibi verilen karardan geri dönülmemesi için, Erbakan’dan özellikle ricada bulunuyorlar.
Ve artık Ecevit, Türkiye’ye döndüğünde alınan bu karar gereği, hazırlıkları tamamlanan ve Kıbrıs’a doğru yola çıkan kahraman ordumuza mani olamıyordu.
Ecevit Kıbrıs çıkarması ve sonrasında:
1 - Önce çıkarmaya çekingen ve ürkek davranmak, kararın alınmasını uzatmak ve Rum’lara vakit kazırmak,
2 - Batının baskısıyla, daha çıkarmanın ilk gününde bakanlar kurulunu toplayarak “ateşkes kararı” için çırpınmak,
3 - Bu ateşkes kararını saat 17.00’yi bile beklemeden gündüz 11.00’de açıklamak,
4 - “Kanton Çözüm” gibi yanlış ve Milli çıkarlarımıza aykırı bir öneriyi karşı tarafa acelecilikle sunmak,
5 - 2 nci Harekata şiddetle karşı çıkmak ve harekatın durdurulması için Koalisyon ortağından habersiz gizli talimatlar yağdırmak,
6 - Kıbrıs’ta ordumuzun rahatlıkla alabileceği stratejik ve ekonomik bölgelerin ele geçmesine engel olmak,
7 - Maraş’ı boş bırakıp pazarlık gücümüzü zayıflatmak,
8 - “ Federe Devlet” sözünü sakız yapıp Kıbrıs’ta kesin ve kalıcı bir çözümü zora sokmak gibi 8 tane tarihi ve talihsiz hatalar yapmıştır. Ama buna rağmen Kıbrıs Fatih’i rolü oynamaktan da geri durmamıştır.
II - Kıbrıs üzerinde, her ne kadar Yunanistan`ın heves ve hesapları bu-lunduğu ve orayı bütünüyle bir Rum adası yapmayı planladığı biliniyorsa da, Kıbrıs, asıl İsrail için önemlidir. Birleşmiş Milletler’in, ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs`ı karıştırmak ve Türk Cumhuriyetini ortadan kaldırmak için çırpınma-ları işte bu yüzdendir.
Bir Dünya haritasını önünüze alıp baktığınızda görülecektir ki, İsrail`in çevresi hep İslam ül-keleriyle çevrilidir. Bu ülkelerdeki kabuk yönetimler ve kiralık beyinler de, eninde sonunda devrilip gidecektir. İsrail ise, sonunun geldiğini hissetmekte ve bunca yıldır Müslümanlara ve İslam Dünyasına yaptığı hıyanet ve haka-retlerin, mutlaka hesabının sorulacağını düşünmekte ve psikolojik bir suçlu-luk korkusu ve kompleksi içinde debe-lenmektedir.
Akdeniz dışında, İsrail’in bütün yardım kapıları ve kaçış yolları kapalı-dır. Çünkü Müslümanların kontrolü altındadır.
Akdeniz yollarının kalesi ve kapısı ise Kıbrıs`tır. “İşte bu yüzden Kıbrıs’ın Müslüman Türklerden arındırılması, İsrail`in güvenliği ve geleceği açısından hayati bir önem” kazanmaktadır.
III - Kıbrıs, İslam Alemine yeniden lider ve lokomotif olacak bir potan-si-yeli bulunan... Ve bu nedenle tarihi ve tabii bir sorumluluğu üzerinde taşıyan Türkiye açısından da oldukça önemlidir.
Ege ve Akdeniz`de, burnumuzun dibindeki adalar bile tamamen Yunanlıların ve düşmanların elindedir... Akdeniz`de batmayan bir donanma ko-numundaki Kıbrıs`ın da bütünüyle elimizden çıkması, Türkiye`nin kolu-nun ka-nadının kırılması demektir.
Zaten vaktiyle Kıbrıs fethinden sonra, İnebahtı`da Osmanlı donanmasını yakan Haçlı elçilerine, Sokulu Mehmet Paşa’nın "Siz bizim gemilerimizi yak-makla sadece saka-lımızı traş etmiş oldunuz. Ama biz sizden Kıbrıs`ı al-makla kolunuzu kırmış olduk" de-mesi de bu yüzddir.
Bu durumu çok iyi bilen ve ortaya çıkan fırsatı yerinde değerlendiren Erbakan, "Daha yakın temaslarda bulunmak()" üzere Ecevit`i Londra`ya uğurluyor ve resmen bütün yetkileri üstlenmiş Başbakan yardımcısı sıfatıyla "Ordular ilk hedefiniz Kıbrıs`tır" komutunu veriyordu.
IV - Nice yıllardır böylesine onurlu ve olumlu bir karara hasret çeken kahra-man ordu-muz, hem geçmişte bu Peygamber Ocağında şehadet rütbesine ulaşmış ev-liya makamın-daki mücahitlerin manevi duası ve himmeti, hem de yakın bir ge-lecekte yeniden Hak ve Adaletin bekçileri olmanın peşin bereke-tiyle, bir nevi imkânsızı başarıyor, Amerika ve Avrupa’sıyla bütün Batılıları ve Batıl kafalı-ları hayret ve dehşete düşüren bir cesaret ve hareketle, ismini peygamberle-rinden alan Mehmetçikler Kıbrıs`a çıkıyordu.
V - Kıbrıs zaferinin mutlu sonuçlarına gelince.
a) İslam dünyasındaki, pek çoğu şartlı ve şaibeli bulunan ve maalesef sonunda Müslümanları kültüründen ve kimliğinden uzaklaştırıp emperyalistle-rin yarı sömürgesi du-rumuna sokan, bazı kurtuluş hareketlerini hesaba katmaz-sanız, Kıbrıs harekâtı, yakın tarihte Haçlılara karşı yüzde yüz milli amaç-lar ve yerli im-k-anlarla kazanılan, ilk zafer özelliğini ve önemini taşımaktadır. Kıbrıs`ta, Amerikası, Avrupası, Rusyası, İngiliz`i, Fransız’ı, Yunan’ı, İsrail’i... Kısaca Yahudi ve Hıristiyan dünyası yeni bir Haçlı ittifakı ku-rup karşımıza çıktıkları... Sözde müt-tefikimiz olan NATO ülkelerinin bile aleyhimize tavır aldıkları... Parasını peşin verdiğimiz silahlara, gemi ve uçaklara el koydukları ve her türlü ambargoyu uyguladıkları halde, Türkiye`nin Kıbrıs`a çıkması ve yarısını kur-tar-ması yeni bir Kosova`dır, Niğbolu`dur, Mohaç’tır...
b) Kıbrıs zaferi Afgan direnişi, Bosna mücadelesi ve Çeçenistan zaferi gibi destanlara zemin hazırlamıştır. Zira Kıbrıs’taki bu beklenmedik başarının bereketli ve cesaretli sonuçları, her tarafa yansımıştır.
Yeryüzündeki İslamî diriliş ve direniş hareketleri Kıbrıs zaferiyle yeni bir hız ve heyecan kazanmıştır. Böylece;
"Batı yenilmez, Haçlılara karşı gelinmez" korkusu ve kompleksi yıkılmış-tır.
c) Kıbrıs çıkarması yüzünden, ülkemize uygulanan ambargolar sebe-biyle, Türkiye kendi ihtiyaç duyduğu, başta savunma sanayiini, harp silah ve gereçle-rini üretmeye yö-nelmiş ve bu sahada başarılı olabileceğini göstermiş-tir.
Velhasıl 74 Kıbrıs harekâtı, Cumhuriyet tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Kıbrıs`ın sadece alınmasının değil, o günden bugüne elimizde kal-masının da kahramanı, yine Erbakan`dır.
Erbakan, Türkiye`de yıllarca ikinci ve üçüncü sınıf insan muamelesi gö-ren, her vesileyle horlanan ve ezilen dindar insanlarımızın yeniden kendilerine güven duygusu ve girişimcilik ruhu kazanmalarını sağladı. İnancını yaşayan ve bunu en büyük şeref sa-yan ve Hakk`ı savunan insanlar, Meclis`e girdi... Bunlara bakanlık verildi ve yönetim kademelerinde en üst görevlere ge-tirildi. Bunun üzerine, Nurculuk ve Süleymancılık gibi ke-sim-lere, tarikat ve İslami hizmet ehli kimselere sırf Erbakan`a kayma-sınlar diye, düzen tarafından müsaade ve müsamaha edildi...Bu da onların daha rahat hiz-met vermelerini ve İslami düşünce ve davranışların daha bir gelişmesini ve yerleşmesini netice verdi. Yani Selamet ve Refah Partisi dışındaki, manevi hizmetlerin ve İslami gelişmelerin şerefine ve seva-bına da, dolaylı olarak Erbakan yine ortaktır.
"Önce ahlak ve maneviyat" diyerek yola çıkan ve manevi kalkınma hamlesini başlatan ve başaran Erbakan, hemen ardından ve özellikle Kıbrıs za-ferinin arkasından, tarihi "Ağır Sanayi" hamlesini başlatmış ve bütün iç ve dış mihrakların karşı-sına dikilmesine rağmen, temelini attığı 200 fabrika-nın 68 tanesini tamamlamıştır. Geri kalanları da hizmete sokmak ve sadece yeni bir Türkiye değil, yepyeni bir dünya kur-mak üzere, işte Selamet gemisi, şimdi Refah birikimi ve Fazilet kadrosuyla, Saadet sabahında iktidar limanına yaklaşmaktadır.
Kutlu ve mutlu olsun

MTB - Müslüman Topluluklar Birliği
Dünya Emperyalizmine, Siyonizm`in zulmüne ve en son olarak Müslümanları sindirmeye yönelik Körfez Krizine karşı, halkı Müslüman olan ülkelerin resmî yönetimle-rinden oluşan "İslam Konferansı" ve "Arap Birliği" gibi kuruluşlar etkisiz ve ça-resiz kalınca, ileride kurulacak "İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı"nın çekirdeği sayılan "Müslüman Topluluklar Birliği" (MTB) oluşturulmuş ve fiilen dev-reye so-kulmuştur. Bu konuda Erbakan Hocamızın rolü pek büyük olmuştur.
MTB yani, "Müslüman Topluluklar Birliği", nüfusu bir buçuk milyara va-ran, sek-sene yakın Müslüman topluluğun, mevcut siyasî partileri ve dernekleriyle, Millî kurtuluş ha-reketi liderlerinin girişimi ve işbirliği sonucu kurulmuştur.
Bunların en önemlileri şunlardır:
1 - Başta, Türkiye`de giderek gelişen ve güçlenen Milli Görüş hareketi ve Muhterem Lideri.
2 - Cezayir`deki son mahallî seçimlerde oyların 60`ını alan "Selamet Cephesi"
3 - Ürdün Parlâmento seçimlerinde büyük çoğunluğu kazanan "Müslüman Kardeşler" Partisi.
4- Mısır’da, açıkca milletvekili seçimlerinde girmesine izin verilmedi-ğinden "Amel Partisi" listelerinden seçime katılan ve önemli bir denge halinde parlâmentoya gir-meyi başaran "Müslüman Kardeşlerin” ılımlı ve olumlu kanadı.
5- Sudan`daki seçimlerde, oyların 20`sinden fazlasını alan ve mev-cut hükü-metin önemli bir kanadını oluşturan "İslamî Cephe" partisi.
6- Pakistan`da dindar partilerin oluşturduğu "İslamî İttihat"
7- Malezya`da, emperyalizme karşı en etkin ve emîn mücadeleyi ba-şarıyla sür-düren ve halkı peşinden sürükleyen "Cemaat-ı İslamiye" partisi.
8- Filipinler’de, Akino’ya ve dış güçlere karşı bağımsızlık savaşını ve-ren "İslamî Kurtuluş" partisi.
9- Afganistan`daki "Mücahit Liderler İttifakı"
10- Gannuşi`nin liderliğindeki Tunus İslamî Diriliş hareketi.
11- Fas`ta, Yemen`de, Rusya`da ve Çin`deki bağımsızlık mücadelesini sürdüren organizeli İslamî güçler temsilcileri.
12- Şu a Irak`ta faaliyet gösteren Suriye Müslüman Kardeşler Teşkilatının her iki kanat liderleri ve eski Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Emin`in de içinde bulunduğu cemiyet gibi, kendi ülkelerinde ve İslam aleminde söz sa-hibi olan ve Müslümanların ger-çek temsilcileri bulunan bu organize güçlere karşı, önceleri resmî yönetimler cephe al-mışlarsa da, bunları sindirme ve sön-dürme girişimleri başarısız kalınca ve Müslüman halklar da giderek şuurla-nınca, bu sefer uzlaşmak ve hatta birlikte çalışmak zorunda kalmışlardır.
İşte bir kısmını yukarıda arz ettiğimiz, Müslüman ülkelerdeki siyasî ör-gütlerin ve organize güçlerin liderlerinden oluşan MTB (Müslüman Topluluklar Birliği) nin temeli Haziran 1990`da Bağdat`ta yapılan bir konfe-ransta atılmış-tır.
İlk defa, 13 ülkenin siyasî parti ve kurtuluş liderleri ve yüksek sevi-ye-deki mü-şavirleri Amman`da bir araya gelip, MTB’nin kuruluş programını ve ça-lışma esaslarını istişare edip görüş birliğine varılmıştır.
Arkasından, 10 Eylül 1990`da Mekke Konferansı tertip edilerek, 40`a yakın Müslüman ülkeden 600`den fazla ilim ve fikir adamıyla, önemli devlet ricali, birlikte toplanıp 3 gün boyunca çok mühim istişare ve değer-lendirmeler yapılmıştır.
Bitiş günü 12 Eylül`e rastlayan ve arkasından özel olarak Kâbe`nin altın kapısı açılarak, Beytullah’ın içerisinde namaz kılan Erbakan Hocamız, bununla ilgili olarak "şu takdîr-i İlahîye bakınız ki, bundan tam 10 yıl önce, yine bir 12 Eylül günü ihtilal neti-cesi Uzunada’ya kapatılıp Cuma namazına bile izin veril-mezken, şimdi tam on yıl sonra ve aynı gün, Kâbe`nin içerisinde namaz kılmak şerefine erişiyoruz" diyerek mutluluğunu dile getiriyordu.
Arkasından, 16 Eylül 1990’da Erbakan Hoca Amman’a gidip Irak Büyükelçiliği yetkilileriyle Bağdat seyahatinin programını kararlaştırdıktan sonra, 17 Eylül 1990 Pazartesi günü, Cidde`ye geçerek MTB’nin tarihi toplan-tı-sına katıldı.
19 eylül Çarşamba günü Cidde`deki meşhur kraliyet sarayı olan Kasr-ı Matemerat`ta, Kral Fahd ile Erbakan bir görüşme yaptı. Kral’ın, nezaket gös-terip protokol kurallarını çiğneyerek, Erbakan Hoca`nın bulunduğu salona kendileri-nin gitmesi dikkat-lerden kaçmıyordu.
Erbakan Hoca`nın önderliğindeki MTB (Müslüman Topluluklar Birliği) “ Körfez Krizine barışçı çözümler bulmak ve Siyonizm`in plânlarını bozmak” gay-retleri çerçeve-sinde, 20 Eylül 1990`da yine Cidde`deki Kasr-ı Matemerat’ta bakanlardan oluşan bir Kuveyt heyetiyle de önemli bir görüşme yaptı.
Arkasından yapılan bir basın toplantısından sonra, kendilerine tahsis edilen özel bir uçakla MTB yetkili temsilcileri, Amman`a uçtular. Amman`da kendi aralarında özel bir toplantı yapan MTB üyeleri, asıl görevlerinin " hakemlik ve arabuluculuk olması ve mutlaka tarafsız davranılması ve ba-rışçı bir çözüm için her çareye başvurulması “ konu-sunda görüş birliğine vardı-lar. Yirmi beş kişiden oluşan MTB heyeti, ayrıca Irak`ta nele-rin ve nasıl konu-şula-cağını da karara bağladılar.
22.Eylül Cumartesi günü MTB heyeti Bağdat`a hareket etti. İlk gö-rüşme, Bağdat`ta özel bir binada faaliyet gösteren, Suriye İhvan-ı Müslimîn liderleri ve Suriye eski Cumhurbaşkanı Hafız Emin`den oluşan bir heyetle yapıldı. Burada MTB adına, bir saate yakın bir konuşma yapan, Körfez Krizinin asıl nedenlerini ve kurtuluş çarelerini anlatan Erbakan Hoca`yı dinleyen Suriye heyeti, Hoca`nın boynuna sarılıp tebrîk , takdîr ve te-şekkürlerini arz ettiler.
Daha sonra 25 kişilik MTB barış heyeti, Saddam Hüseyin`le bir araya geldi-ler. Saddam`ın geniş açıklamalarını dinledikten sonra, adil ve şerefli bir barışın gereğini ve nasıl gerçekleşebileceğini dile getirdiler. İnisiyatifin mut-laka Müslümanların elinde bulunması lüzumuna işaret ettiler.
24.Eylül Pazartesi günü de Irak`ın beyin adamlarından Taha Yasin Ramazan`la kendi sarayında çok önemli görüşmeler gerçekleştirildi.
Saddam`la görüştükten sonra MTB heyeti özel bir uçakla İran`ın baş-kenti Tahran`a gitmiş, Erbakan Hoca ise 24-28 Eylül tarihleri arasında Libya`nın başkenti Trablus`ta yapılacak, 600`den fazla ilim, fikir ve devlet adamı-nın iştirak edeceği, Uluslararası Müslüman Ülkeler Konferansına katılmak üzere ilk durak olan Amman`a hareket etmişti...
Barış maratonunun 22 günlük ilk bölümü bu şekilde kapanırken, MTB "Müslüman Topluluklar Birliği" de, böylece ileride D-8’le sonuçlanacak mutlu ve umutlu hedeflere doğru yola çıkmış bulunu-yordu...
Ve bugün Çeçenistan`da, Bosna-Hersek’e, Cezayir`den Filistin`e, Afganistan`dan Keşmir`e kadar, Dünya Müslümanların sorunları ve çözüm yolları konusunda uluslararası her türlü kongre ve konferansların oluşumunda ve başında Erbakan’ın bulunduğu ise, artık herkes tarafından bilinen bir durumdur.
Daha sonra, barışçıl ve insancıl metodları tepeleyip vahşice Irak’a saldıran ABD ve yaşlarının tutumu, Erbakan Hoca’yı bir kere daha haklı çıkarıyor... İslam ülkeleri yöneticileri ve kurtuluş hareketi liderleri nezdinde ağırlık ve saygınlığını artırıyordu.

"DÜNYANIN DEĞİŞİMİ VE ERBAKAN DEVRİMİ" Kitabından alınmıştır.

LİBYA ÇIKARMASI

Erbakan Hoca’nın Libya Çıkarması…!

Hani bir söz vardır: Yalancı, aşağı mahallede bir yalan uydurur; yukarı mahallede de bu yalanın yayıldığını görünce, kendisi de, kendi yalanına inanmaya başlar. Bazı basın organlarının tavrı, bu örneğe benziyor. 6 sene önce, Libya gezisiyle ilgili olarak, Erbakan hakkında bir yalan uydurdular, şimdi kendileri de inanmaya başladılar. Değilse, her fırsatta ısıtıp ısıtıp servise sunmanın ne anlamı olabilir?Bildiğiniz üzere, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, Irak Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan’la görüşmüştü. Görüşme sonrasında birlikte düzenledikleri basın toplantısında, bir gazeteci “Türk Dışişleri, Musul ve Kerkük konusunda hak incelemesi başlattı” şeklinde sorunca Taha Yasin Ramazan şöyle cevap vermişti:
“- Bu soruyu yanıtlamam bile. Türkiye’nin bunu yaptığına inanmıyorum. Bunu ortaya atanlar, Amerikan şer yönetimine ve siyonistlere hizmet eder. Bu, Irak ve Türkiye’nin ilişkilerini zedeler.”
Bazı gazeteler, bu sözlerle, Türkiye’nin kötülendiğinden hareketle Kürşat Tüzmen’i itham eden yazılar yayınladılar. Sayın Tüzmen bunların cevabını verdi. Fakat, söz konusu gazeteler, bu olayı vesile yaparak Erbakan Hoca’yı da hedef alan yayınlar yaptılar. Meselâ Hürriyet ve Milliyet gazeteleri, olayı “İkinci Libya Vakası” (13.01.2003) şeklinde okuyucusuna duyurdu. Bazı gazeteler de bu olayı bahane ederek Erbakan’a yüklendi.
Bizim basının bazı kronik hastalıkları var. Meselâ, çok verimli ve başarılı geçen Erbakan’ın Libya gezisini her fırsatta diline dolar, olayı çarpıtarak kamuoyunu manipüle eder. Bu konuyu çok sık gündeme getirdikleri için Libya’da yaşananları tahlil etmeye çalışalım.
Libya’da neler oldu?

Muhterem Erbakan, 54. Hükümetin Başbakanı olarak, Ekim 1996’da Mısır, Libya ve Nijerya’yı kapsayan bir gezi programı düzenlemişti. Libya ziyaretinin amacı ise şuydu: Türkiyeli müteahhitlerin Libya’dan oldukça yüksek alacakları vardı. Bu para uzun süredir ödenmiyordu. Müteahhitlerin bu konuda istekleri vardı. Libya’daki Türk Müteahhitler Birliği Başkanı Barlas Turan şöyle diyordu: “Refah-Yol hükümetinden çok umutluyum. Erbakan’ın Libya’daki itibarı sebebiyle, sorunlarımızı çözeceğine inanıyoruz.” (03.09.1996 tarihli gazeteler) Erbakan da bu paraların tahsili için Libya’ya gitmişti.
Erbakan Libya’da Kaddafi ile görüştü. Kaddafi’nin mizaç ve psikolojik yapısını bütün dünya biliyor. Görüşme sırasında Kaddafi, bazı patavatsızlıklar sergiledi. Erbakan Hoca Kaddafi’yi dinledi ve söylediklerine cevap verdi, yanlışlarını düzeltti, susmadı, kendine güvenen bir üslupla Türkiye’nin onurunu korudu. Müteahhitlerin haklarını gündeme getirdi, alacaklarını tahsil etti. O günlerde basında çıkan şu haber bunun ispatıydı: “Müteahhitler Libya’dan 15 milyar dolar kazandılar.” (12.01.2996) “Erbakan’ın Mısır, Libya ve Nijerya gezisi sayesinde Afrika ile köprü kuruldu.” (09.10.1996)

Olay manipüle ediliyor

Bütün bu güzel gelişmeler dururken, basın Kaddafi’nin tutumuna kafayı takmış, bu olayı bahane ederek hükümete ve Erbakan’a yüklenmeye başlamıştı. Bu başarıyı görmeyip ayrıntıya takılmaktan başka nasıl izah edilirdi? Amaç ise hükümeti yıpratmaktı. İş adamları da basının bu tutumundan rahatsız olmuştu. Sakıp Sabancı konu ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı: “Hükümetin yıpratılmasını bekleyenler yanlış yapıyor.” (17.11.1996)
Mehmet Barlas da daha gezi öncesi başlatılan kampanya karşısında olayı “işin anasını unutup danasına takılmak” olarak nitelendirerek şunları yazıyordu:
“1974 sonrasında, Amerikan ambargosu yediğimiz zaman, Türk askerî uçaklarına yedek parçalar Libya’dan gelmedi mi?
1980’lere girerken, Türkiye’nin ihracatçıları ve müteahhitleri, ilk provalarını Libya’da yapmadı mı?
Hiç unutmayalım.” (Sabah, 29.09.1996)
Erbakan, Libya gezisinde tam bir devlet adamı olgunluğu göstermiş, Kaddafi’ye kabadayı üslubuyla cevap verme hafifliğine düşmemiş, fakat susmayan, kendine güvenen ve ikna eden yaklaşımıyla devlet onurunu korumuştu. Aslında bu gerçekleri basın da biliyor. Fakat, gerek husumet, gerekse seviyesiz siyasi rekabet sebebiyle hakikati gizliyorlar. Hatta bu çevrelerin kendi aralarında, Erbakan’ın başarılarına iç geçirdiğini de görürsünüz. Daha kısa bir süre önce Yalçın Pekşen, “Gardrop Dinciliği” başlıklı yazısı içinde Erbakan’a yapılan haksızlık konusunda şöyle yazmıştı: “Kaddafi’nin çadırında yaşananlar ise, -hakkını yemeyelim- onun değil, Kaddafi’nin patavatsızlıklarıydı.” (Akşam, 27.1.2002)

Erbakan Türkiye’nin önünde gidiyor

Uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Bener Karakartal, “Erbakan’ın başarıları ve devlet adamı olgunluğu”nu Erbakan’ın Afrika gezisi sonrası verdiği bir mülakatta şunları söylemişti:
“Erbakan Türkiye’nin bir adım önünde yürüyor. Türkiye’nin Erbakan’dan öğreneceği çok şey var. Türk demokrasisi şu anda Erbakan’ın gerisinde yürüyor.
Siz hiç Erbakan’ın “kavgaya kavga ile cevap” verdiğini gördünüz mü? Sinirlilik ve hırçınlıkla bütün vaktini diğer parti liderlerine sataşarak geçirdiğini gördünüz mü? Türkiye’de siyasetin içine sürüklendiği tüm “sinirlilik ve gerginlik” ortamına rağmen Erbakan kavganın dışında ve üstünde yer almaktadır, polemiklere girmemektedir. Ve hepsinden önemlisi tebessümü ve güleryüzlülüğü ile Erbakan Türk siyasetçilerine demokrasi dersi vermektedir. İşte demokrasinin ta kendisi budur. (Nedim Odabaş’ın Röp. Millî Gazete, 30.11.1996)
Bütün bu gelişmeler ortada iken, bazı basın kuruluşlarının Erbakan aleyhinde yerli yersiz kampanya yürütmesi, hiç de anlaşılabilir bir tutum değildir. Sanki bu anlayıştaki basın için başarılı olmak suç. Türkiyemizin güzel günlere ulaşması için vargücüyle çalışmak affedilmez birşey (!) Halbuki, muhterem Erbakan siyasi hayata atıldığından beri ne istiyordu. İşte bazıları:
– Yaşanabilir bir Türkiye istiyor.
– Kendi gücüyle kalkınmış bir Türkiye istiyor
– Dış güçlerin müdahalesinden kurtulmuş bağımsız bir Türkiye istiyor.
Basın sorumluluğunu bilmeli
Basının ülkenin yüzünün gülmesi için yapılan her türlü çalışmaya destek vermesi gerekmez mi? Fakat öyle olmuyor. Bazı basın kuruluşlarında kronik bir “Erbakan fobisi” oluşmuş. Hem de haksız yere “siyasi yasaklı bir lider” haline getirilmesine rağmen… Bazıları “kafese konulmuş arslan”a karşı kahramanlık gösterisinden özel bir zevk alıyorlar, herhalde…
“Hakkı yenilmiş bir siyasi lider”in hakkını savunmak basının görevleri arasında olmalı değil mi?
Basın Türkiye’de güç ve itibar kazanmak istiyorsa, bunun yolu dürüst ve bu ülkenin gerçeklerine uygun yayın politikası uygulamaktan geçer.
Yerli yersiz temiz insanlara cephe almak, ambargo uygulamak basına hiçbir şey kazandırmaz.
Basın aslî görevinin ne olduğunu çok iyi bilmeli ve ülkeye karşı sorumluluğunu hiçbir zaman unutmamalıdır.

Şakir TARIM, 22.01.2003, Milli Gazete

Milligorusportal.com/Tevfik Yazıcılar

DEVRİM

Sanayii devrimini 50lı yılların sonunda gerçekleştirmeye çalışan Türkiye, dönemin koşullarında ilk ve en önemli atılımın gerçekleştirmek için yüzde yüz yerli bir otomobil üretmeye karar verdi. Kısa sürede prototipleri yapılan Devrim isimli otomobil insanların zihinlerinde de devrim yaratmıştı. Türkiyenin kendi başına çivi bile üretemeyeceğini iddia edenler Devrim otomobili karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Kendi sanayisinin motor gücü haline gelmesi beklenen Devrim otomobiline karşı başlatılan karalama kampanyaları sonuç verdi. 29 Ekim 1961 günü Cumhurbaşkanı Cemal Gürseli Meclisten almaya gönderilen iki devrim arabasından birinin benzini bitince diğer gün bütün medya Ancak 100 metre gidebildi diyerek devrim arabasının üretilmemesi için elinden geleni yaptı. Dönemin İstanbul Teknik Üniversitesi Motor Kürsüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Necmeddin Erbakanın ilk defa gündeme taşıdığı yerli otomobil üretme fikri, zihinlerde devrim yaratarak başarıya ulaşmıştı.

Dört ay gibi kısa sürede 23 mühendis tarafından imal edilen ve daha sonra ayak oyunları ile seri üretimine başlanamayan Devrim otomobili olayından hemen sonra yerli sanayici İngiliz ve İtalyan dünya araba markaları ile pazarlıklar yaparak Türkiye´de hemen Anadol isminde yerli olmayan arabayı imal ettiler. Aradan geçen 45 yıla rağmen devrim üretildiği dönemde kendi mühendisimiz ve kendi sanayimiz açısından hala önemini korumaktadır. Devrimden sonra yüzde yüz yerli otomobil üretmek için birkaç gerişim olmuşsa da hiç biri seri üretime başlayamadı. Dünyaca ünlü dev araba firmaları ve Türkiyedeki uzantıları yerli sanayimizin gelişmesi ve yerli otomobilimizin olmasını engellemek için yaptıkları ayak oyunlarında başarıya ulaştı. Devrim otomobilinin yaptığı zihinsel devrim 2000li yıllarda da yerli, genç mühendisler ve yeni yerli sanayiciler ile tekrar gündeme gelmeye başlayacağı günü bekliyor…
Çok gizli mektup
Yıl 1961 askeri darbenin ardından bir yıl gibi kısa bir süre geçmiştir. Cemal Gürsel askeri yönetimi işbaşındadır ve Menderes idam edileli kısa süre olmuştur. Çeşitli firmalarda çalışan 23 tecrübeli Türk mühendisi, kendilerine gönderilen ayrı ayrı mektuplarla "Önemli bir konuyu görüşmek üzere" Ulaştırma Bakanlığına davet edilirler. Bu insanların bazıları yurt dışında görev yapmaktadır; ancak mesajı alan herkes "Devletin isteği başımız üstüne" diyerek işini gücünü bırakıp Ankaraya gelir. O yılın 16 Haziranında Bakanlıkta bir araya gelen mühendislere, bizzat Cemal Gürselden gelen "Çok gizli" damgalı bir emir okunacaktır: "Bu yılın Cumhuriyet bayramı törenlerinde halkımızın görüş ve takdirlerine sunulmak üzere, hem tasarımı hem de malzeme olarak tamamen yerli malı bir otomobil üretmenizi istiyorum" o gün orada bulunan 23 mühendis bu emri "Türk insanının makus talihine karşı bir meydan okuma" olarak algılarlar. En küçük bir tereddüt ya da endişe sergilenmeksizin derhal işe başlarlar.
Devrim bugün 45 yaşında
Yapılan toplantı sonucu görev Devlet Demir Yolları Fabrikalarının İşletmesine veriliyor ve bu amaçla 1 milyon 400 bin lira ödenek ayrılıyordu. Bu otomobilin 29 Ekim 1961 tarihine kadar yapılması isteniyordu. Toplantıda söz alanların çoğu, böyle bir projede seve seve çalışmaya hazır olduklarını, fakat böyle kısa bir sürede sonuç alınabileceğini sanmadıklarını söyledi, bir kısmı da bu projeye karşı çıktı. İtirazlara rağmen "Devrim"in yapımına başlandı ve parçaları yerli olan bu otomobillerden ilki, Ekim ayı ortalarında denenmeye hazır duruma getirildi.
Yolda araba cilası
Eskişehir Demiryolu fabrikasında bir yandan bu ilk otomobilin yol denemeleri sürdürülürken, bir yandan da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsele sunulmak üzere ikinci otomobilin yapımının tamamlanmasına çalışılıyordu. İki numaralı olan siyah renkli devrimin son kaporta boyası ise 28 Ekim akşamı Karakurt treni ile Ankaraya getirilirken yapıldı. Buharlı lokomotiflerle çekilen trende, bacadan sıçraması muhtemel kıvılcımların otomobillere zarar vermemesi için benzin depoları boşaltıldı. Tren, sabaha karşı Ankaraya ulaştı. İki "Devrim" otomobili, Sıhhiyedeki Ankara Demiryolu Fabrikasına indirildi. Güvenlik için depolarına yalnızca birkaç litre benzin konuldu. Asıl ikmal, sabah Sıhhiyedeki benzin istasyonundan yapılacak, sonra da meclise gidilecekti. 29 Ekim sabahı, "Devrim"ler, motosikletli kalabalık bir trafik ekibinden oluşan eskortun arasında yola çıktı. Eskorttakiler, benzin alınacağından haberleri olmadığı için, benzin istasyonuna uğramadan yola devam etti. Meclisin önüne gelindiğinde durum anlaşıldı, acele getirilen benzin, 1 numaralı "Devrim"e konuldu. 2 numaralı "Devrim"e benzin konulacağı sırada, Cumhurbaşkanı Gürsel, Meclisin önüne gelmiş ve Anıtkabire gitmek üzere 2 numaralı Devrim otomobiline binmişti. Yola çıkıldı. Fakat 100 metre sonra motor durdu. Cemal Paşanın "Ne oluyor?" sorusuna, direksiyondaki yüksek mühendis Rıfat Serdaroğlu, "Paşam, benzin bitti" cevabını verdi. Cumhurbaşkanı Gürselden 1 numaralı "Devrim"e geçmesi rica edildi. Anıtkabire bu otomobille giden Gürsel ünlü "Batı kafasıyla otomobil yaptınız ama Doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz" cümlesini söyledi. "Devrim" projesi, daha sonra nedeni açıklanmadan uygulamadan kaldırıldı.
Devrim şimdi müzede
1961de Eskişehir Demiryolu Fabrikasında üretilen, Türkiyenin ilk ve tek yerli otomobili "Devrim", Türkiye Lokomotif Motor Sanayii A.Ş. Müzesinde özel olarak yapılan camlı garajda sergileniyor. Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayii A.Ş. (TÜLOMSAŞ) Müzesinde, 1961 yılında 4 adet üretilen "Devrim" otomobillerinden sadece biri bugüne ulaştı. 7 Nisan 2002de özel olarak yapılan camlı garajda sergilenmeye başlanan "Devrim", halen çalışır durumda.
Erbakan´ın rolü
Dönemin genç profesörü Necmeddin Erbakanın 1956 yılında kurduğu Gümüş Motor Fabrikasında 850 işçi çalışmakta idi. Yılda yüzde yüz yerli 5000 dizel motoru yapılıyordu. Bu genç bilim adamı her şeye rağmen Gümüş Motorun devam etmesini, hatta Gümüş Motorun yerli araba üretmesini istiyordu.1960 yılında, Ankarada yapılan Sanayi kongresinde konuşan İstanbul Teknik Üniversitesi Motor Kürsüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan, Türkiyenin kendi otomobilini yapabileceği fikrini ortaya attı. Bunun üzerine zamanın ihtilalcileri de, Eskişehir Demiryolları CER Fabrikasını Erbakanın emrine verdiler. Buradaki Türk mühendis ve işçilerle el ele veren Erbakan Türkiyenin ilk ve tek yüzde yüz yerli olan devrim arabasını üretmeyi başardı. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ilk yerli otomobil için Erbakana söylediği şu sözler her şeyi ortaya koymaktadır. Gürsel;"Yerli arabamıza "Devrim" diyelim. Anlattığın hususlar Türk sanayii adına düşündürücü şeylerdir. Sizi tebrik ederim..."

Teknik özellikleri
Üretici marka:
Eskişehir demiryolu fabrikası
Model adı: Devrim
Üretim yılı: 1961
Motor tipi: 10 Adet
Motor: 4 adet A4L tipi, 3 adet A4T tipi, 3 adet B3T tipi
Motor gücü: 50 HP
Silindir Sayısı: 4, Dört zamanlı
Silindir Çapı: 81 mm
Strok: 100 mm
Kompresyon: 6,8 : 1
Silindir Hacmi: 2070 cm3
Devir: 3600 d/dk

29 Ocak 2008 Salı

BASÖRTÜSÜ ZULMÜ

26 Ocak 2008 Cumartesi

DAVA


Halil İbrahim KABAK


Kimler davasında muvaffak olamaz.





İçerisinde yaşadığımız ortamda Müminlerin emperyalistler
karşısındaki mazlumluğunu hep kurt ile kuzu misalini vererek anlatır dururuz.
Gerçekten de bu misalde olduğu gibi yeryüzünü ifsat eden zalimler "Suyumu
bulandırdın." deyip eften püften bahanelerle, özellikle Müslümanlara
yapmadık zulüm bırakmıyorlar. Bu zulmü sona erdirecek basirette bir güzel insan
ortaya çıkmış yıllarca çalışıp çabalamış, "Suyumu bulandırdın diyenlerle baş
edebilecek güce tam yaklaşmışken bu defa diğer "kuzular" kurdun haklı
olduğunu' söylemeye başladılar. İşte bizim mücadelemizde içinden çıkamadığımız
asıl kahredici durum ne yazık ki budur.



Tarihin her döneminde tevhit mücadelesini yürüten topluluklarda bir kısım
insanlar muvaffak olamamış, hep yolda" fire verip dökülmüş, yolda dökülmeyenler
de hep az olmuş ama sonuca ulaşanlar da onlar olmuştur. Kuran'daki geçmiş
peygamberleri ve yüce önderimiz Peygamberimiz (S.A.V)'in hayatını ve
mücadelesini incelediğimizde kurtlara hak verip onun kurban seçtiği kendi
hemcinslerini haksız görerek davasında muvaffak olamayanların genel
karakterlerinin neler olduğunu görebiliriz. Tevhit mücadelesini yürüten bu
toplulukları bir orduya benzeterek, bunların genel karakterleri konusunda
âcizane inceleyebildiğimiz kadar, yaşadığımız şartları da dikkate alarak
yapabildiğimiz tespitleri maddeler halinde ifade etmeye çalışalım.



Kendi
kendine çalışan, teşkilatlı ve organize olmayanlar:

Ümmet olmanın; bir lider etrafında
yekvücut olarak teşkilatlı bir şekilde

dimdik ayakta duran bir toplum
demek olduğunu hepimiz biliriz. Tefrikanın haramlığını ve günümüzdeki durumun,
Müslümanların birlik ve bütünlük içerisinde olmayışından kaynaklandığını da hep
söyleriz. "Allah'a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra
korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah
sabredenlerle beraberdir." (Enfal; 46) ayeti celilesini de dilimizden
düşürmeyiz. Gerçek bu iken ve bizim inançlarımızı, değerlerimizi ortadan
kaldırmaya çalışanlar tüm dünya çapında, hiçbir sahayı boş bırakmaksızın
organizeli bir şekilde çalışıp dururken bizim; küçük çaplı, amatörce derme
çatma, iyi organize olmayan, birçok sahayı boş bırakan bir takım uğraşmalarla
onlarla baş etmemizin mümkün olabileceğini hangi akıl ve irfan sahibi
söyleyebilir. ?



Liderinin
kim olması gerektiğini tartışanlar ya da liderindeki kusur olarak algıladığı
yalan yanlış bazı hususları diline dolayanlar:

Hiçbir ordu, komutanını tartışarak
zafere ulaşamaz. Müslümanlar, Peygamberimiz (S. A. V)'in Hz. Zeyd ve Hz. Üsame
(r.a.) yi komutan tayin edişindeki hikmeti bin dört yüz küsur senedir ne yazık
ki anlayabilmiş değildir. Peygamberimiz bu değerli sahabelerini komutan tayin
ettiğinde bazı itirazlar vuku bulmuş ve Peygamberimiz bir konuşma yaparak durumu
düzeltmiştir. Sahabe-i Kiram ortaya çıkan bu itirazları tartışmaya devam
etselerdi bu seferlerden zaferle dönebilir miydi?



Emirleri
tartışanlar:
Emretme
yetkisine sahip insanların ancak Kur'an ve Sünnete aykırı emirlerine itaat
edilmez. Ancak bu hususlar arkadan dedi kodu yaparak fitne ortamı oluşturulmaz.
O emri veren kim ise ona doğrudan doğruya itiraz edilerek bunun İslam'a
aykırılığı beyan edilir. Liderin-komutanın istişare heyetiyle müşavere ederek ya
da kendi içtihadıyla münasip gördüğü talimatlarını eleştirerek itaatte gevşeklik
göstermek o lider-komutanının hedefine ulaşmasına mani olur. Şu bir gerçektir
ki; bizlere bu güne kadar verilen talimatların hiç birisinin İslam’a
aykırılığını söylemek mümkün değildir. O halde yapılan tartışmaların ne kadar
yersiz ve yanlış olduğu ortadadır.



Düşmanını
büyük ve güçlü görüp ondan korkanlar:

Başta Bedir olmak üzere
Efendimiz (S.A.V)in bütün muharebelerinde Sahabe-i Kiram, düşmanlarının
kendilerinden sayıca daha çok, teçhizat bakımından daha güçlü olmasından
korksalardı o şanlı zaferlerine ulaşmaları mümkün olur muydu? Bedir
muharebesinde müşriklerin zahiri güç olarak fevkalade üstün bir durumda
olmalarına rağmen içinde bulundukları hali Rabbimiz bakın ne güzel açıklıyor;
"(Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için büyük bir ibret
vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise bunları apaçık
kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup... Allah dilediğini yardımı ile
destekler..." (Al-i Imran; 13)



Uhud muharebesi sona erip Efendimiz (S.A.V) ordusuna müşrikleri takip etmelerini
emretmesine karşılık savaş yorgunluğu sebebiyle ağırdan alan ashaba hitaben şu
Ayeti Kerime nazil olmuştur; "O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik
göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı
çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri
umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir."



slam düşmanlarının Müslümanlarla mücadelesindeki psikolojilerini ise Kur'an
şöyle haber veriyor: "Ehl-i kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından
çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin
kendilerini koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah(ın azabı) onlara beklemedikleri
yerden geliverdi. O, (onların) yüreklerine korku düşürdü..." (Haşr; 2) Burada
bahsedilenler Efendimiz (S.A.V)e ihanet eden Nadiroğulları Yahudileridir.
Onların Müminlere mağlup olmalarının sebebi olarak yüreklerine düşen korkudan
söz edilmektedir. Bu durum genelleştirildiğinde korkunun yenilgi sebebi olduğu
beyan buyrulmaktadır.



Gündemi davası
olmayanlar:

Bunlar, aslında düşmanlarının
belirlediği gündemlerin peşine takılıp sürüklenenlerdir. Bir toplumun
gündemindeki olaylar o toplumun önceliklerinin, kaygı ve hedeflerinin
göstergesidir. Günümüz Müslümanlarının çoğunun gündemini yoğun bir şekilde
futbol maçlarının sonuçları, hangi takımın şampiyon olacağı döviz-borsa
haberleri oluşturmaktadır. Dolayısı ile tuttuğu takımın şampiyon olamamasının,
dövizin-borsanın düşmesi ya da yükselmesi ile uğradığı maddi kayıpların üzdüğü
kadar inançlarını yaşamadaki kısıtlamaların üzemediği bir insan, kendini ve
imanını boğan zincirleri nasıl kırabilir, davasını nasıl başarıya ulaştırabilir?



Ümitsiz olup
muvaffak olabileceğine inanamayanlar:

Ferhat ile Şirin hikâyesinin yaşanmamış ama bir sevdayı anlatabilmek için
uydurulmuş bir masal olduğunu zannederdim. Ama bir belgesel filmde Ferhat'ın
deldiği dağı görünce bunun gerçek bir hayat hikâyesi olduğunu anladım. Bunun
üzerine bu hikâyeden şöyle bir ders çıkardım. Ferhat kendi kendine; "Bu dağ
delinir mi ya hu deli misiniz, divane misiniz?" diye sorsaydı bunu başarabilir
miydi? O halde davamızı başarıya ulaştırmak için çalışmak dağı delmekten daha mı
zor? Ümitliysek hayır. Ümitsiz isek evet...



Kazanıp
muvaffak olamadığı takdirde hangi felaketlerin başına gelebileceğini göremeyenle
r:

Bunun için çok söze ne gerek var. Irak'taki kardeşlerimiz emperyalistler
ülkelerini işgal etmek için hazırlık yaptıkları zaman şu an içinde yaşadıkları
felaketin kaçınılmaz olacağını bilseler, birkaç yılda milyona yakın insanın
katledileceğini, ırz ve namuslarının heder edileceğini görebilselerdi onları
vatanlarına asla sokmazlardı. Zamanında gereken önlemi almak için nasıl
destanlar yazacak fedakârlıklar yaparlardı.



Bu
çalışmalardan ne ganimet kazanacağını hesap edenler:

Bunun anlaşılması için sahabe hayatına bakılmalıdır. Mus'ab b. Umeyr (r.a)
Mekke'nin en zengin ailesine mensup en şık genci iken, Müslüman olup Medine'yi
Hicret yurdu olarak hazırlamaya çalışırken hiçbir dünyalık beklentisi olmadığını
asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Uhud'da geçici de olsa bir bozgunun yaşanmasının
sebebinin, savaş bitti, zafer kazanıldı zannedilip ganimet toplamaya koşmak
olduğunu da bilmeyenimiz yoktur. Günümüzde de birçok insanın çalışmalardan uzak
kalmalarının sebebi sorulduğunda cevap olarak "Yıllarca çalıştık, şunları
bunları yaptık vs. vs. fakat oğlumu işe aldıramadım. Biz çalıştık falanca şu
oldu bu oldu..." gibi lafları duymaktayız. Hz. Mus'ab'ın, Hz. Ammar'ın Hz.
Habbab'ın çektikleri çilelerin sebebi oğullarını, damatlarını işe koymak şu bu
makamlara gelmek olsaydı onların da bizimde halimiz ne olurdu? Zannederim biraz
tefekkür edersek anlarız.



Alternatif,
etkin güç haline gelmeden düşmanıyla masaya oturanlar:

Bunu anlamak için Hicreti
iyi anlamalıyız. Peygamberimiz (S.A.V) hicretten önce teklif müşriklerden
gelmesine rağmen onlarla asla masaya oturmamıştır. Ancak Hicretten sonra Bedir,
Uhud, Hendek gibi birçok mağlubiyeti onlara tattıran bir lider olarak Hudeybiye'
de onlarla masaya oturmuştur.



Davasının
ilkelerini uzlaşma adına tartışmaya açanlar ve bulundukları makam ve mevkiye
hasımlarının destek ve himmetiyle gelenler:

Bu durum daha çok, düşmanı karşısında
yenilgiyi kabul etmiş, onların baskı ve dayatmaları altında onların müsaade
ettiği kadar inançlarını yaşamaya razı olanların psikolojisidir. Bu açıdan,
günümüzdeki "Dinler arası diyalog" gibi bir takım projelere "Amentü' de ittifak
ettik." gibi ifadelerle destek olmak ve savunmak kendini yok etmek isteyenlere
(Af buyurun) yalakalık etmekten başka bir şey değildir. Bu zihniyetle onlarla
nasıl baş edilebilir. Şunu hiç unutmamak gerekir: Ağasına çok şirin gözükmeye,
onun gözüne girmeye çalışan bir marabayı ağası ancak kâhya yapar. Asla kendisine
alternatif bir ağa mertebesine yükselmesini istemez. Kâhya yaptıktan sonra da en
kirli işlerinde tetikçi olarak kullanır. Bizim hedefimiz zalim küresel ağaların
kâhyalığına razı olup kirli işlerinin aleti ya da tetikçisi olmak değil, bu
küresel emperyalist ağaların karşısına adaletimizle alternatif medeniyetimizi
kurmaktır. Müslümanlar, Müşriklerin Ebû Talib'e gelerek, Efendimiz (S.A.V)e
Uzlaşma karşılığında vaat ettikleri tekliflerini "Güneşi sağ elime, ayı da sol
elime verseler vallahi davamdan vazgeçmem." diye neden reddettiğinin sebebi
hikmetini artık anlamak zorundadırlar.



Muhatabını
ikna edene kadar mücadele azminde olmayanlar:

Herkes Hz.Ebû Bekir (r.a) gibi bir
defa davetle Sıddîk mertebesine ulaşacak bir imana sahip olamaz. Bu sebeple
Peygamberimiz (S.A.V) en acımasız düşmanlarına bile defalarca tebliğde
bulunmuştur. Ebû Süfyan'da bunlardan biri idi ve Peygamberimiz (S.A.V) ve O'nun
tebliğ ettiği dini ile savaşan orduların da komutanıydı. Ama ona, hanımına ve
onlar gibi nice insanlara iman etmek, Mekke'nin fethinde ancak nasip
olabilmiştir. Mekke'nin fethinin, Hicretin 21. yılında olduğu düşünülürse bazı
insanların hakikatleri anlaması için ne kadar uzun zamana ihtiyaç olabileceği
anlaşılır.



Düşmanımızın
düşmanının, bizim de düşmanımız olabileceğini düşünemeyenler:

Bu konuya güncel olması bakımından
Irak'taki durumu örnek olarak vermek istiyorum. Saddam Kürtlerin ve Şiilerin
düşmanı diye biliniyor ve ABD' de Saddam'ın düşmanı... Gerçek şu ki; ABD sadece
Saddam'ın düşmanı değil, hem Şiilerin hem de Kürtlerin düşmanıdır. Bu gün
Irak'taki işbirlikçiler "Düşmanımın düşmanı dostumdur." safsatasına inandıkları
için gerçeği görememekte ve düşmanlarıyla işbirlikçiliği yapmaktadırlar. Ve
ülkelerinin tüm ekonomik kaynaklarını onlara peşkeş çekip planlarına hizmet
ederek düşmanlarını hala dost zannetmeye devam etmektedirler. Daha düşmanını
dahi bilmeyen zavallılar onunla nasıl baş edebilsinler?


28 şubat

28 Şubat´ın aktörleri neler yapıyor


Şems Şeyma Sözcü /

seymasozcu@anadolugenclik.com.tr


Kainatın tek ve mutlak Maliki Yüce Rahman (c.c) asla unutmaz,
geciktirir sınamak için belki ama adaletinin terazisi hiç şaşmaz. Bu hüküm
üzerine kaleme alınmış bir yazı bu, matematiksel küçük bir sağlama işlemi. Şimdi
zihnimizi bir yoklayalım, Şubatın 10. yılında bugün, 21. yy sinema
teknolojisine, donanımına parmak ısırtacak derecede dahiyane bir kurguyla
düzenlenmiş o menfur filmden hangi roller kaldı aklımızda? O dönem, günlük
sohbetlerimizde adını sıkça ıslattığımız, bazen korku, bazen nefret, kimi zaman
beğeni takdir, kimi zaman da öfke ile andığımız post modern aktörlerden Allah
aşkına kaçını hatırlıyoruz? Biz unutsak da çoğunu not etti tarih ve daha onuncu
yılında hesabını kesti bir çoğunun. Perde kapandı, ışıklar söndü ve sahnenin
süsü bitti, şimdi bakalım kaç tanesi becerebilmiş reel hayatta tutunmayı,
mazlumun ahı kalmış mı yerde, kaçı ne ile sınanmış, kaçı kaybetmiş yokluğunun
farkına vardığında…

Tarihe paraf atmak değil niyetimiz, sadece sürece dair birkaç büyük ismi
anacağız burada sığarsa satırlarımıza (!) sosyal bir çalışma diyelim adına ve
hadi şöyle bir hafızalarımızı tarayalım ibret-i alem için…

Şimdi ne yapıyorlar?

Süleyman Demirel:
O bir cumhurbaşkanından çok silahsız kuvvetler
komutanı gibiydi. Süreçte sivillerin örgütlenmesinden sorumluydu neredeyse. Ama
o kendini her zaman ülkeyi uçurumdan alan kilit adam olarak gördü. Gerçek bir
darbe, sayesinde atlatılmıştı (!) Refah-yolu devirdi, Çilleri evlatlıktan
reddedip DYPyi böldü.Şubat sahnesindeki gayri demokratik tutumları sonunu
hazırladı. İkinci kez köşke çıkma formülü "5+5" kabul görmedi. Hayallerine
kavuşamadı, ombudsman olamadı. Şimdi sadece Yavuz Donatın ziyaret ettiği Güniz
sokakta, köşesine çekilmiş siyasi komplo teorileri üretiyor.


Mesut Yılmaz: 8 yıllık kesintisiz eğitimin "yılmaz" savunucusuydu, en çok
o istedi hayata geçmesini ikbal beklentisi kısa vadede gerçekleşmiş olsa da 2002
seçimlerinde kendi kendini tasfiye etti. Türkiye Cumhuriyetinin ilk ve tek
"Sanık Başbakanı" oldu, Yüce Divanda yargılandı. Siyasetten tasdikname aldı
derken yeni oluşum çabalarıyla adını tekrar duyurmaya başladı.

Fadime Şahin: 28 Şubatın yıldızıydı. Sansasyonların aranan kadını, şahsi
aşırılıklarından yola çıkılarak açıkça başörtüsü hedef alındı, yaptıkları
(yaptırıldıkları) koca bir zümreye mal edilmeye çalışıldı .O ise iplerini idare
edenlerin kendisi ile işi bittiğinde unutuldu, medyanın arşivinde görüntüleri
yerini alırken o yoluna röfleli saçları ve estetikli yüzüyle devam etti.

Tansu Çiller: Türk siyasetinin ilk kadın başbakanıydı, sarışın, sempatik
kadının cilt ve saç bakımı siyasi çehresinden daha çok yer aldı günlük
gazetelerde, yükselişi gibi çöküşü de hızlı oldu. Uyumlu bir koalisyon ortaklığı
yürütürken tecrübesizliği ile hükümetin düşmesine üst düzey katkıda bulundu.
DYPyi barajın altına düşürdü, Genel Başkanlığı kaybetti, darbe yıkamadı, sandık
yıktı.Bugün daha çok eşi ve oğulları ile anılıyor.

Ali Kalkancı: Sürecin en renkli kişiliklerinden Dallasa taş çıkartan
hayatı ile haber bültenlerinin vazgeçilmeziydi. Çarpık ilişkileri tarikat
liderliği üzerine sos edilip "sahtekar hoca" miti ile servise sunuldu, ta ki
"limon" ihtisasının, dini bilgilerinden baskın olduğu ortaya çıkana dek. Nikahlı
eşinin gazetelerde yer alan boy boy fotoğraflarındaki başörtüsü deseni
modacılara ilham olurken, Emire Kalkancı bir yıl bile sürmeden her nedense
tesettürden çıkmayı seçti.

Onları hatırlayan var mı?

Çevik Bir:
Genelkurmay 2. Başkanı Bir, Şubatın baş aktörlerinden
oldu. En büyük düşü; bir gün devletin televizyonuna çıkıp canlı yayında bildiri
okumaktı, yapamadı... TSKnın resmi ağzıydı. Post modern "Evren"liğe soyunan
Cuntacı Paşa, birinci adam olmak isterken, önce Genelkurmay Başkanlığı
beklentisi boşa çıktı, ardından Cumhurbaşkanlığı hayalleri suya düştü. Siyaset
mühendislerine göre; önümüzdeki 10 yılın kaderini o meşhur balans ayarları ile
tayin edecekti, oysa şimdi onu hatırlayan kimse yok.


Erol Özkasnak: Genelkurmay Genel Sekreteriydi, kartel basına sızdırılan
"asker haberleri"nin kaynağı olarak hatırlanıyor, T.C nin Başbakanına kafa
tutacak kadar ileri gidebiliyordu. Kariyer basamaklarını hızlı çıkması
beklenirken o sadece bir terfi koparabildi, beklentileri boşa çıktı. Sahneden
kulise indi.Emekli olduğunda medya onu unuttu. Flaşların büyüsü tükendi. Zamanla
geri dönüşüm kutusundan da tamamen silinmiş oldu böylece.

Hikmet Uluğbay: 55. Hükümetin Milli Eğitim Bakanıydı. Yani MGK
kararlarını hayata geçirme şerefi(!) hazretlere nasip oldu. 8 yıllık
kesintisizden yetişen çocukları YÖKe havale etti. Mesleki eğitimin canına okudu.
Bu ahbap çavuş ilişkisinde yüz binlerce gencin hayatıyla oynarken 28 Şubattan
sadece iki yıl sonra ruhsatlı silahıyla intihar teşebbüsünde bulundu, dili
parçalandı ancak mucizevi bir şekilde kurtuldu. Bugün yaşıyor daha sakin bir
hayat sürmeye çalışıyor..

Post-modern basın

Reha Muhtar:
Sürecin medyadaki sesiydi, omuz plan kurulduğu anchorman
koltuğundan her akşam evlerimize sızıyordu. Ondan öğrenirdik, Şevki Yılmaz
nerede ne konuştu, Fadime Bacı, Müslüm Hoca hikayelerinin en ince detaylarını,
habercilik tarzı ile bu alanda bir çığır açtığını söylerdi hep, haksız da
sayılmaz yaşanan enformatik yozlaşmada aslan payı hala ona ait! Bugün pop
solistler dalında master yapmakla meşgul kendisi, ha unutmadan akredite bir
gazetede yer alan köşesinde light meseleleri işliyor artık…

Nazlı Ilıcak: Türk gazetecilik tarihinin en kara fişleme hadisesi "andıç"
ta mağdur gazeteciler olarak Cengiz Çandar, Mehmet Barlas gibi meslektaşları ile
adı anıldı.Demokrasinin ateş çemberinden nispeten yara almadan çıktı, Emin
Şirini siyaset dünyasına hediye etti, gazeteciliği kadar milletvekilliği ve
politik kişiliği ile de çok konuşuldu. Bugünlerde köşesinde günlük yazılarıyla
okuyucusu ile buluşuyor.

Ahmet Hakan Coşkun:
Bizim mahallenin çocuğuydu. Bu lümpen (!) camianın umuduydu. Gönüllerin imam
hatip mezunu, seccadeli anchormaniydi o. Haber Saatlerinde TV karşısına
kurulanlar, diğer kanallarda göremediği itibarın özlemiyle onun ağzından iyiye,
güzele dair havadisler almak isterdi. 28 Şubatta beyaz camın en güvenilir
yüzüydü. Liberalleşen dünya onu da bozdu. Şimdilerde, Hürriyet gazetesinde
numunelik niyetine sürdürüyor mesleği... Namına açılan köşede Ertuğrul Abisinin
himayesinde yazıyor .Magazin sayfalarında "Öteki Türkiyenin medyatik isimleri"
ile kapışmaları sıkça yer buluyor bu sıra...

Kemal Gürüz: Demirelin 3 "Kemal"inden biri. O, YÖKün dönem patronu,
aldığı talimatlar üzerine üniversiteye giriş sınav sistemini değiştirerek,
milyonlarca öğrencinin ve ailenin hayatını kararttı. Meslek lisesi öğrencilerini
mağdur etti. Fen-Edebiyat fakültesi mezunlarının öğretmenlik hakkını gasp etti.
Rektörlere hakaret ederek TVde ağlattı. Üniversitede başörtüsü diye bir problem
yokken bunu problem yapmayı başardı. İlahiyatlara bile başörtülü öğrenci
girişini yasakladı. Yurtdışındaki bazı üniversitelerin denkliğini iptal ederek
15-20 yıldır öğretmenlik yapanların bile işine son verdirdi. Orta Asya ve bazı
İslam ülkelerinin üniversitelerini-bazı ABD üniversiteleri de dahil- tanımadı.
Despot tutumu bir gün son buldu ve o da sahneyi terk etti.

Nur Serter: Kemal Alemdaroğlunun gözdesi idi. İstanbul Üniversitesinin
asayişi ondan sorulurdu. 17 yaşındaki gencecik kızları gizli kameralı odalarda
"ikna ederdi." Mahremiyetin çiğnendiği, insan hak ve özgürlüklerinin açıkça
gasbedildiği bu nazi "gaz" odaları onun dahiyane(!) fikriydi. Rüzgar gülünü
anımsatan siyasi yönelişleri ile her devrin kadını olmayı beceren bu hoş hatun
şimdiki konjonktüre uymayı da başardı.

Vural Savaş: Milli Görüş Lideri Erbakanın iki partisini kapattırdı,
darbenin hukuki mevzuatı ondan sorulurdu. Dindar insanlar için kullandığı "habis
ur, kan emici vampirler" benzetmeleri yakın tarihe damgasını vurdu. Yıllar
içinde "Keşke bugün Erbakan iktidarda olsaydı" diyebilecek kadar pişmanlık
duydu. Cübbesini çıkardığında onu acı sürprizler bekliyordu. Siyasete atıldı,
umduğunu bulamadı. O çok güvendiği sivil toplum örgütlerine de küstü zamanla.
Verdiği her demeçte sitemle andı yoldaşlarını. Başkan olamadığı Atatürkçü
Düşünce Derneğinden kırgın ayrıldı. Marjinal bir dergide haftalık yazılarına
devam ediyor şimdi.


Yekta Güngör Özden: O bir Anayasa Hukuku Uzmanı, bu anlamda Anayasa´da en
çok hangi ihlallere kapı aralanır, hangi maddelerde boşluk var çok iyi
biliyordu. Mütedeyyin insanları rencide eden açıklamalarıyla tepki çeken bir
isim olarak sivrildi. Şubatla aynı yıl emekli oldu. "Atatürkçü geçinenlerden
çektiğimi şeriatçılardan çekmedim" deme efeliğini(!) gösterdi. Bir ara Atatürkçü
Düşünce Derneği Genel Başkanlığı yaptı. Daha sonra ise bu görevden ayrıldı ve
siyasete atıldı. Emekli generallerle birlikte Cumhuriyetçi Demokrasi Partisini
kurdu. Ancak kurduğu partiyi seçime bile sokamadı.

Meral Akşener: Dönemin İçişleri Bakanı, cumhuriyet tarihinde bu göreve
gelmiş tek kadın, ama kabinenin en delikanlı bakanlarından. "28 Şubatın
hedefinde Refah-yol vardı." diyecek kadar cesur, özel hayatındaysa başörtülü
kayınvalidesi ile birlikte yaşayacak kadar munis biri... Toplum hafızasında
uzlaşmacı tavırları, mülki ahlakı ve tecrübesi ile yer bulurken, o aldığı ölüm
tehditleri ile gündeme geldi.

Nurettin Şirin: Ankara Sincanda düzenlenen Kudüs Günü programı nedeniyle
tutuklanarak, 17 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkum edildi ve bu cezanın 7,5
yılını cezaevinde tamamladı, gazeteciydi ama bu sıfatı ile anılmadı o; Nurettin
Şirin, F Tipi Özel Cezaevinde kaldı.İnsanlık dışı keyfi uygulamaları, mahkum
onurunun nasıl hiçe sayıldığını gördü burada. Düşünce özgürlüğü alanında bir
sembol oldu. Suçunu bugün kendisi dahi net hatırlamasa da bildiği tek şey, rejim
için çok güçlü bir tehdit olduğu...

Recep Tayyip Erdoğan: Okuduğu o şiirin hayatını bu kadar değiştireceğini
bilemezdi, belediye başkanlığını kaybetti, hapis yattı. siyasi yasaklı olarak
girdiği seçimde partisi tek başına iktidarı kazandı. Dava arkadaşları ile
yollarını ayırdı. 28 Şubattan en karlı(!) o çıktı, halkın tepkisini oya
dönüştürdü. Bugünlerde Cumhurbaşkanı olup olmayacağı tartışılıyor.

Ve vatandaş: Ona hiçbir zaman, hiçbir şey sorulmadı, adına kararlar
alındı, imzalar atıldı. Ona sadece uymak düştü, tüm bu sürecin en edilgen
tarafıydı. Her akşam büyük bir keyifle televizyon ekranlarından çekirdek-çay
"şubat action"lar izledi. Huzursuzdu, aralarında feraset sahibi olanlar bunun
dindarları açıktan hedef alan bir tezgah olduğunu biliyordu. Ancak (çoğumuzun)
koltuğu ile gerçek dünya arasında öyle uzun mesafeler vardı ki yaşanılanların
gerçek bir darbe olduğunu yıllar sonra anlayacaktı(k). Kafası karışan vatandaş
yeni tanzimlerle kurulan sosyal hayatına zamanla alıştı. Her geçen gün rızkı
biraz daha eridi. O nasılsa seçimden seçime hatırlanırdı, hayalet bir
kalabalıktan ötesi değildi, cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi ile
hemen şubatertesi tanışan vatandaş belini toparlamayı ilk seçimlere bıraktı.
Değişenleri seçti, gömleği çıkarıp, AB liginde yedek forması giymelerine rağmen
"Hoca"larının hatırını onlara oy verdi. Bugün bahsi geçen vatandaş, Avrupa
Birliğine uyum çabaları içinde manevi değerlerini korumaya çalışıyor. Ömrünün
son 40 yılına daha kaç darbe sığdırır bunu o da bilmiyor...



Savunan Adam: Necmeddin Erbakan

Savunan Adam ve Partisi light darbenin öncelikli hedefiydi. 28
Şubatın bütün tuzakları aslında onu pasifize etmek için kurulmuştu. Bütün
kurgunun baş rolündeki adamdı. Ama O, Başbakanlığını yürüttüğü 54. Hükümet
döneminde yaptığı icraatlarla, özellikle halk tabanında çalışana verdiği dolgun
ücretle hatırlandı. KİTlere sahip çıkarak havuz sistemini kurdu. D-8 projesi ile
emperyalizme kafa tuttu. Dünyanın en güçlü İslam Birliğini kurmak için var
gücüyle çalıştı. Bugün halen İslam coğrafyası ülkeleri düzenli olarak yapılan
zirvelerde bir araya geliyor. İlerleyen zamanda gayri demokratik yollarla iki
partisi kapatıldı. Aldırmadı, gönül verdiği davası yolunda yeni hamleler
yapmalıydı, şahlanışa geçti, çok geçmeden Saadet Partisini toparladı. Ancak bu
kez yol arkadaşlarında kimileri sırt çevirdi ona. Ayıklanmış bir ekiple kaldığı
yerden devam etti, Milli Görüşü sahipsiz bırakmadı. 28 Şubattan sonra aldığı
siyasi yasağı aktif siyaset yapmasına engel teşkil etti, bu da yetmezmiş gibi
hazine yardımını usulsüz kullandığı iddiaları ile ilerleyen yaşında ağır
cezalara çarptırıldı. Yüzündeki tebessümü yitirmedi, hayat arkadaşı H. Nermin
Hanımı yitirdi; ancak o gün de aynı metaneti üzerindeydi. Eşi Mevlaya kavuşmuştu
ama o hiç yalnız kalmadı. Bugün, Milli Görüşün son kalesinin Onursal lideri…