Google
 

26 Ocak 2008 Cumartesi

DAVA


Halil İbrahim KABAK


Kimler davasında muvaffak olamaz.





İçerisinde yaşadığımız ortamda Müminlerin emperyalistler
karşısındaki mazlumluğunu hep kurt ile kuzu misalini vererek anlatır dururuz.
Gerçekten de bu misalde olduğu gibi yeryüzünü ifsat eden zalimler "Suyumu
bulandırdın." deyip eften püften bahanelerle, özellikle Müslümanlara
yapmadık zulüm bırakmıyorlar. Bu zulmü sona erdirecek basirette bir güzel insan
ortaya çıkmış yıllarca çalışıp çabalamış, "Suyumu bulandırdın diyenlerle baş
edebilecek güce tam yaklaşmışken bu defa diğer "kuzular" kurdun haklı
olduğunu' söylemeye başladılar. İşte bizim mücadelemizde içinden çıkamadığımız
asıl kahredici durum ne yazık ki budur.



Tarihin her döneminde tevhit mücadelesini yürüten topluluklarda bir kısım
insanlar muvaffak olamamış, hep yolda" fire verip dökülmüş, yolda dökülmeyenler
de hep az olmuş ama sonuca ulaşanlar da onlar olmuştur. Kuran'daki geçmiş
peygamberleri ve yüce önderimiz Peygamberimiz (S.A.V)'in hayatını ve
mücadelesini incelediğimizde kurtlara hak verip onun kurban seçtiği kendi
hemcinslerini haksız görerek davasında muvaffak olamayanların genel
karakterlerinin neler olduğunu görebiliriz. Tevhit mücadelesini yürüten bu
toplulukları bir orduya benzeterek, bunların genel karakterleri konusunda
âcizane inceleyebildiğimiz kadar, yaşadığımız şartları da dikkate alarak
yapabildiğimiz tespitleri maddeler halinde ifade etmeye çalışalım.



Kendi
kendine çalışan, teşkilatlı ve organize olmayanlar:

Ümmet olmanın; bir lider etrafında
yekvücut olarak teşkilatlı bir şekilde

dimdik ayakta duran bir toplum
demek olduğunu hepimiz biliriz. Tefrikanın haramlığını ve günümüzdeki durumun,
Müslümanların birlik ve bütünlük içerisinde olmayışından kaynaklandığını da hep
söyleriz. "Allah'a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra
korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah
sabredenlerle beraberdir." (Enfal; 46) ayeti celilesini de dilimizden
düşürmeyiz. Gerçek bu iken ve bizim inançlarımızı, değerlerimizi ortadan
kaldırmaya çalışanlar tüm dünya çapında, hiçbir sahayı boş bırakmaksızın
organizeli bir şekilde çalışıp dururken bizim; küçük çaplı, amatörce derme
çatma, iyi organize olmayan, birçok sahayı boş bırakan bir takım uğraşmalarla
onlarla baş etmemizin mümkün olabileceğini hangi akıl ve irfan sahibi
söyleyebilir. ?



Liderinin
kim olması gerektiğini tartışanlar ya da liderindeki kusur olarak algıladığı
yalan yanlış bazı hususları diline dolayanlar:

Hiçbir ordu, komutanını tartışarak
zafere ulaşamaz. Müslümanlar, Peygamberimiz (S. A. V)'in Hz. Zeyd ve Hz. Üsame
(r.a.) yi komutan tayin edişindeki hikmeti bin dört yüz küsur senedir ne yazık
ki anlayabilmiş değildir. Peygamberimiz bu değerli sahabelerini komutan tayin
ettiğinde bazı itirazlar vuku bulmuş ve Peygamberimiz bir konuşma yaparak durumu
düzeltmiştir. Sahabe-i Kiram ortaya çıkan bu itirazları tartışmaya devam
etselerdi bu seferlerden zaferle dönebilir miydi?



Emirleri
tartışanlar:
Emretme
yetkisine sahip insanların ancak Kur'an ve Sünnete aykırı emirlerine itaat
edilmez. Ancak bu hususlar arkadan dedi kodu yaparak fitne ortamı oluşturulmaz.
O emri veren kim ise ona doğrudan doğruya itiraz edilerek bunun İslam'a
aykırılığı beyan edilir. Liderin-komutanın istişare heyetiyle müşavere ederek ya
da kendi içtihadıyla münasip gördüğü talimatlarını eleştirerek itaatte gevşeklik
göstermek o lider-komutanının hedefine ulaşmasına mani olur. Şu bir gerçektir
ki; bizlere bu güne kadar verilen talimatların hiç birisinin İslam’a
aykırılığını söylemek mümkün değildir. O halde yapılan tartışmaların ne kadar
yersiz ve yanlış olduğu ortadadır.



Düşmanını
büyük ve güçlü görüp ondan korkanlar:

Başta Bedir olmak üzere
Efendimiz (S.A.V)in bütün muharebelerinde Sahabe-i Kiram, düşmanlarının
kendilerinden sayıca daha çok, teçhizat bakımından daha güçlü olmasından
korksalardı o şanlı zaferlerine ulaşmaları mümkün olur muydu? Bedir
muharebesinde müşriklerin zahiri güç olarak fevkalade üstün bir durumda
olmalarına rağmen içinde bulundukları hali Rabbimiz bakın ne güzel açıklıyor;
"(Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için büyük bir ibret
vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise bunları apaçık
kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup... Allah dilediğini yardımı ile
destekler..." (Al-i Imran; 13)



Uhud muharebesi sona erip Efendimiz (S.A.V) ordusuna müşrikleri takip etmelerini
emretmesine karşılık savaş yorgunluğu sebebiyle ağırdan alan ashaba hitaben şu
Ayeti Kerime nazil olmuştur; "O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik
göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı
çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri
umuyorsunuz. Allah ilim ve hikmet sahibidir."



slam düşmanlarının Müslümanlarla mücadelesindeki psikolojilerini ise Kur'an
şöyle haber veriyor: "Ehl-i kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından
çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin
kendilerini koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah(ın azabı) onlara beklemedikleri
yerden geliverdi. O, (onların) yüreklerine korku düşürdü..." (Haşr; 2) Burada
bahsedilenler Efendimiz (S.A.V)e ihanet eden Nadiroğulları Yahudileridir.
Onların Müminlere mağlup olmalarının sebebi olarak yüreklerine düşen korkudan
söz edilmektedir. Bu durum genelleştirildiğinde korkunun yenilgi sebebi olduğu
beyan buyrulmaktadır.



Gündemi davası
olmayanlar:

Bunlar, aslında düşmanlarının
belirlediği gündemlerin peşine takılıp sürüklenenlerdir. Bir toplumun
gündemindeki olaylar o toplumun önceliklerinin, kaygı ve hedeflerinin
göstergesidir. Günümüz Müslümanlarının çoğunun gündemini yoğun bir şekilde
futbol maçlarının sonuçları, hangi takımın şampiyon olacağı döviz-borsa
haberleri oluşturmaktadır. Dolayısı ile tuttuğu takımın şampiyon olamamasının,
dövizin-borsanın düşmesi ya da yükselmesi ile uğradığı maddi kayıpların üzdüğü
kadar inançlarını yaşamadaki kısıtlamaların üzemediği bir insan, kendini ve
imanını boğan zincirleri nasıl kırabilir, davasını nasıl başarıya ulaştırabilir?



Ümitsiz olup
muvaffak olabileceğine inanamayanlar:

Ferhat ile Şirin hikâyesinin yaşanmamış ama bir sevdayı anlatabilmek için
uydurulmuş bir masal olduğunu zannederdim. Ama bir belgesel filmde Ferhat'ın
deldiği dağı görünce bunun gerçek bir hayat hikâyesi olduğunu anladım. Bunun
üzerine bu hikâyeden şöyle bir ders çıkardım. Ferhat kendi kendine; "Bu dağ
delinir mi ya hu deli misiniz, divane misiniz?" diye sorsaydı bunu başarabilir
miydi? O halde davamızı başarıya ulaştırmak için çalışmak dağı delmekten daha mı
zor? Ümitliysek hayır. Ümitsiz isek evet...



Kazanıp
muvaffak olamadığı takdirde hangi felaketlerin başına gelebileceğini göremeyenle
r:

Bunun için çok söze ne gerek var. Irak'taki kardeşlerimiz emperyalistler
ülkelerini işgal etmek için hazırlık yaptıkları zaman şu an içinde yaşadıkları
felaketin kaçınılmaz olacağını bilseler, birkaç yılda milyona yakın insanın
katledileceğini, ırz ve namuslarının heder edileceğini görebilselerdi onları
vatanlarına asla sokmazlardı. Zamanında gereken önlemi almak için nasıl
destanlar yazacak fedakârlıklar yaparlardı.



Bu
çalışmalardan ne ganimet kazanacağını hesap edenler:

Bunun anlaşılması için sahabe hayatına bakılmalıdır. Mus'ab b. Umeyr (r.a)
Mekke'nin en zengin ailesine mensup en şık genci iken, Müslüman olup Medine'yi
Hicret yurdu olarak hazırlamaya çalışırken hiçbir dünyalık beklentisi olmadığını
asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Uhud'da geçici de olsa bir bozgunun yaşanmasının
sebebinin, savaş bitti, zafer kazanıldı zannedilip ganimet toplamaya koşmak
olduğunu da bilmeyenimiz yoktur. Günümüzde de birçok insanın çalışmalardan uzak
kalmalarının sebebi sorulduğunda cevap olarak "Yıllarca çalıştık, şunları
bunları yaptık vs. vs. fakat oğlumu işe aldıramadım. Biz çalıştık falanca şu
oldu bu oldu..." gibi lafları duymaktayız. Hz. Mus'ab'ın, Hz. Ammar'ın Hz.
Habbab'ın çektikleri çilelerin sebebi oğullarını, damatlarını işe koymak şu bu
makamlara gelmek olsaydı onların da bizimde halimiz ne olurdu? Zannederim biraz
tefekkür edersek anlarız.



Alternatif,
etkin güç haline gelmeden düşmanıyla masaya oturanlar:

Bunu anlamak için Hicreti
iyi anlamalıyız. Peygamberimiz (S.A.V) hicretten önce teklif müşriklerden
gelmesine rağmen onlarla asla masaya oturmamıştır. Ancak Hicretten sonra Bedir,
Uhud, Hendek gibi birçok mağlubiyeti onlara tattıran bir lider olarak Hudeybiye'
de onlarla masaya oturmuştur.



Davasının
ilkelerini uzlaşma adına tartışmaya açanlar ve bulundukları makam ve mevkiye
hasımlarının destek ve himmetiyle gelenler:

Bu durum daha çok, düşmanı karşısında
yenilgiyi kabul etmiş, onların baskı ve dayatmaları altında onların müsaade
ettiği kadar inançlarını yaşamaya razı olanların psikolojisidir. Bu açıdan,
günümüzdeki "Dinler arası diyalog" gibi bir takım projelere "Amentü' de ittifak
ettik." gibi ifadelerle destek olmak ve savunmak kendini yok etmek isteyenlere
(Af buyurun) yalakalık etmekten başka bir şey değildir. Bu zihniyetle onlarla
nasıl baş edilebilir. Şunu hiç unutmamak gerekir: Ağasına çok şirin gözükmeye,
onun gözüne girmeye çalışan bir marabayı ağası ancak kâhya yapar. Asla kendisine
alternatif bir ağa mertebesine yükselmesini istemez. Kâhya yaptıktan sonra da en
kirli işlerinde tetikçi olarak kullanır. Bizim hedefimiz zalim küresel ağaların
kâhyalığına razı olup kirli işlerinin aleti ya da tetikçisi olmak değil, bu
küresel emperyalist ağaların karşısına adaletimizle alternatif medeniyetimizi
kurmaktır. Müslümanlar, Müşriklerin Ebû Talib'e gelerek, Efendimiz (S.A.V)e
Uzlaşma karşılığında vaat ettikleri tekliflerini "Güneşi sağ elime, ayı da sol
elime verseler vallahi davamdan vazgeçmem." diye neden reddettiğinin sebebi
hikmetini artık anlamak zorundadırlar.



Muhatabını
ikna edene kadar mücadele azminde olmayanlar:

Herkes Hz.Ebû Bekir (r.a) gibi bir
defa davetle Sıddîk mertebesine ulaşacak bir imana sahip olamaz. Bu sebeple
Peygamberimiz (S.A.V) en acımasız düşmanlarına bile defalarca tebliğde
bulunmuştur. Ebû Süfyan'da bunlardan biri idi ve Peygamberimiz (S.A.V) ve O'nun
tebliğ ettiği dini ile savaşan orduların da komutanıydı. Ama ona, hanımına ve
onlar gibi nice insanlara iman etmek, Mekke'nin fethinde ancak nasip
olabilmiştir. Mekke'nin fethinin, Hicretin 21. yılında olduğu düşünülürse bazı
insanların hakikatleri anlaması için ne kadar uzun zamana ihtiyaç olabileceği
anlaşılır.



Düşmanımızın
düşmanının, bizim de düşmanımız olabileceğini düşünemeyenler:

Bu konuya güncel olması bakımından
Irak'taki durumu örnek olarak vermek istiyorum. Saddam Kürtlerin ve Şiilerin
düşmanı diye biliniyor ve ABD' de Saddam'ın düşmanı... Gerçek şu ki; ABD sadece
Saddam'ın düşmanı değil, hem Şiilerin hem de Kürtlerin düşmanıdır. Bu gün
Irak'taki işbirlikçiler "Düşmanımın düşmanı dostumdur." safsatasına inandıkları
için gerçeği görememekte ve düşmanlarıyla işbirlikçiliği yapmaktadırlar. Ve
ülkelerinin tüm ekonomik kaynaklarını onlara peşkeş çekip planlarına hizmet
ederek düşmanlarını hala dost zannetmeye devam etmektedirler. Daha düşmanını
dahi bilmeyen zavallılar onunla nasıl baş edebilsinler?


Hiç yorum yok: